• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

48Neml Suresi 4-5, 7-44



Mushafta Bozuntu Yapılan Ayetler


48Neml Suresi 4-5, 7-44


Hatalı Çeviri:
4. Şüphesiz biz, ahirete inanmayanların işlerini kendilerine süslü gösterdik; o yüzden bocalar dururlar.

5. İşte bunlar, azabı en ağır olanlardır; ahirette en çok ziyana uğrayacaklar da onlardır.

6. (Resûlüm!) Şüphesiz ki bu Kur'an, hikmet sahibi ve her şeyi bilen Allah tarafından sana verilmektedir.

7. Hani Musa, ailesine şöyle demişti: Gerçekten ben bir ateş gördüm. (Gidip) size oradan bir haber getireceğim, yahut bir ateş parçası getireceğim, umarım ki ısınırsınız!

8. Oraya geldiğinde şöyle seslenildi: Ateşin bulunduğu yerdeki ve çevresindekiler mübarek kılınmıştır! Âlemlerin Rabbi olan Allah, eksikliklerden münezzehtir!


9. Ey Musa! İyi bil ki, ben, mutlak galip ve hikmet sahibi olan Allah'ım!

10. Asânı at! Musa (asâyı atıp) onu yılan gibi deprenir görünce dönüp arkasına bakmadan kaçtı. (Kendisine dedik ki): Ey Musa! Korkma; çünkü benim huzurumda peygamberler korkmaz.

11. Ancak, kim haksızlık eder, sonra, işlediği kötülük yerine iyilik yaparsa, bilsin ki ben (ona karşı da) çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim.

12. Elini koynuna sok da kusursuz bembeyaz çıksın. Dokuz mucize ile Firavun ve kavmine (git). Çünkü onlar artık yoldan çıkmış bir kavim olmuşlardır.

13. Mucizelerimiz onların gözleri önüne serilince: «Bu, apaçık bir büyüdür» dediler.

14. Kendileri de bunlara yakînen inandıkları halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!

15. Andolsun ki biz, Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik. Onlar: Bizi, mümin kullarının birçoğundan üstün kılan Allah'a hamd olsun, dediler.

16. Süleyman Davud'a vâris oldu ve dedi ki: Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden (nasip) verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur.

17. Süleyman'ın, cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil orduları toplandı; hepsi birarada (onun tarafından) düzenli olarak sevkediliyordu.

18. Nihayet Karınca vâdisine geldikleri zaman, bir karınca: Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin! dedi.

19. (Süleyman) onun sözünden dolayı gülümsedi ve dedi ki: Ey Rabbim! Beni, gerek bana gerekse ana-babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kulların arasına kat.

20. (Süleyman) kuşları gözden geçirdi ve şöyle dedi: Hüdhüd'ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?

21. Ya bana (mazeretini gösteren) apaçık bir delil getirecek ya da onun canını iyice yakacağım yahut onu boğazlayacağım!

22. Çok geçmeden (Hüdhüd) gelip: Ben, dedi, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe'den sana çok doğru (ve önemli) bir haber getirdim.

23. Gerçekten, onlara (Sebe'lilere) hükümdarlık eden, kendisine her şey verilmiş ve büyük bir tahtı olan bir kadınla karşılaştım.

24. Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için doğru yolu bulamıyorlar.

25. (Şeytan böyle yapmış ki) göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah'a secde etmesinler.

26. (Halbuki) büyük Arş'ın sahibi olan Allah'tan başka tanrı yoktur.

27. (Süleyman Hüdhüd'e) dedi ki: Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız.

28. Şu mektubumu götür, onu kendilerine ver, sonra onlardan biraz çekil de, ne sonuca varacaklarına bak.

29. (Süleyman'ın mektubunu alan Sebe' melikesi,) «Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı» dedi.

30. «Mektup Süleyman'dandır, rahmân ve rahîm olan Allah'ın adıyla (başlamakta) dır.

31. «Bana baş kaldırmayın, teslimiyet gösterip bana gelin, diye (yazmaktadır)».

32. (Sonra Melike) dedi ki: Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan (size danışmadan) hiçbir işi kestirip atmam.

33. Onlar, şu cevabı verdiler: Biz güçlü kuvvetli kimseleriz, zorlu savaş erbabıyız; buyruk ise senindir; artık ne buyuracağını sen düşün.

34. Melike: Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını alçaltırlar. (Herhalde) onlar da böyle yapacaklardır, dedi.

35. Ben (şimdi) onlara bir hediye göndereyim de, bakayım elçiler ne (gibi bir sonuç) ile dönecekler.

36. (Elçiler, hediyelerle) Süleyman'a gelince şöyle dedi: Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Hediyenizle (ben değil) siz sevinirsiniz.

37. (Ey elçi!) Onlara dön; iyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamıyacakları ordularla gelir, onları muhakkak surette hor ve hakir halde oradan çıkarırız!

38. (Sonra Süleyman müşavirlerine) dedi ki: Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o melikenin tahtını bana getirebilir?

39. Cinlerden bir ifrit: Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm yeter ve bana güvenebilirsiniz, dedi.

40. Kitaptan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise: Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm, dedi. (Süleyman) onu (melikenin tahtını) yanıbaşına yerleşmiş olarak görünce: Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir.

41. (Süleyman devamla) dedi ki: Onun tahtını bilemeyeceği bir hale getirin; bakalım tanıyacak mı, yoksa tanıyamayanlar arasında mı olacak.

42. Melike gelince: Senin tahtın da böyle mi? dendi. O şöyle cevap verdi: Tıpkı o! (Süleyman şöyle dedi): Bize daha önce (Allah'tan) bilgi verilmiş ve biz müslüman olmuştuk.

43. Onu, Allah'tan başka taptığı şeyler (o zamana kadar tevhid dinine girmekten) alıkoymuştu. Çünkü kendisi inkârcı bir kavimdendi.

44. Ona: Köşke gir! dendi. Melike onu görünce derin bir su sandı ve eteğini yukarı çekti. Süleyman: Bu, billûrdan yapılmış, şeffaf bir zemindir, dedi. Melike dedi ki: Rabbim! Ben gerçekten kendime yazık etmişim. Süleyman'la beraber âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum.






Doğru Çeviri:
4Şüphesiz Biz âhirete inanmayan şu kimselerin işlerini kendilerine süslü gösterdik de onlar şaşırıp kalmışlardır.

5İşte bunlar, azabın kötüsü kendileri için olan kimselerdir ve bunlar, âhirette en çok ziyana uğrayacakların ta kendileridir.

6 (Neml 6. âyet, Şu‘arâ/224 âyeti olarak verildi.)

7 Bir zaman Musa ehli için “Ben bir ateş; israiloğullarının perişan halini hissettim. Umarım ki size o sıkıntıdan bir haber getiririm veya ibranilere destek olmanız, onları ateşten kurtarmanız için o sıkıntıdan bir parçacık getiririm” demişti.

8-12 Sonra ona ateşe: sıkıntıya varınca; Bu sıkıntıyı gidermeye karar verdiğinde, sıkıntı içinde olan kişiler; ve sıkıntının dışında olan kişiler bolluklu kılınmıştır. Ve alemlerin rabbi Allah eksikliklerden arınıktır.


Ey Mûsâ! Şüphesiz Ben, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan Allah'ım!


Ve birikimini ortaya koy!” –Onu sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görüverince, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. -Ey Mûsâ korkma! Şüphesiz ki Ben; Benim yanımda elçiler korkmaz. Ancak, kim yanlış; kendi zararlarına iş yapar, sonra kötülüğün ardında iyiliğe çevirirse, şüphesiz Ben, çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim.–

Ve koynundaki gücünü devreye sok, dokuz âyet [alâmet/gösterge] içinde Firavun'a ve onun toplumuna hiç kusursuz, mükemmel çıkacaksın. Şüphesiz onlar yoldan çıkmış bir toplum olmuşlardır.” diye seslenildi.

13Sonra da âyetlerimiz/alâmetlerimiz/göstergelerimiz onlara parlak bir şekilde gelince, “Bu apaçık bir göz boyama, insan kandırmadır” dediler.

14Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapmaları ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!–

15Ve andolsun ki Biz Dâvûd'a ve Süleymân'a bilgi verdik. O ikisi de: “Tüm övgüler, bizi mü’min kullarının birçoğuna fazlalıklı kılan Allah'adır!” dediler.

16Ve Süleymân Dâvûd'a vâris oldu. Ve Süleymân: “Ey insanlar! Bize kuşların mantığı [seslerinden, davranışlarından anlam çıkarma] öğretildi ve bize her şeyden verildi” dedi. –Doğrusu bu apaçık bir armağandır.–

17Ve yerli ve yabancılardan ve kuşlardan oluşturulmuş orduları Süleymân için bir araya getirildi. –Sonra onlar düzenli olarak sevk edilirler.–

18Sonunda Karınca Vadisi'ne geldikleri zaman, bir karınca: “Ey karıncalar! Evlerinize girin, Süleymân ve orduları bilinçsizce sizi kırıp geçirmesin!” dedi.

19Sonra da Süleymân, dişi karıncanın sözünden/kararından dolayı gülerek tebessüm etti. Ve “Rabbim! Bana, anne-babama lütfettiğin nimetinin karşılığını ödememi, hoşnut olacağın sâlihi işlememi gönlüme getir ve rahmetinle beni sâlih kullarının içine kat” dedi.

20,21Ve Süleymân kuşları gözden geçirdi de sonra, “Hüdhüd'ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplardan mı oldu? Onu kesinlikle çetin bir azap ile azaplandıracağım yahut onu boğazlayacağım/ perişan edeceğim yahut da bana apaçık bir delil/güç getirecek” dedi.167

22-26Derken, Hüdhüd kabul edilmesi pek uzun olmayan bir beklenti de bulundu da, “Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe'den168 sana çok doğru ve önemli bir haber getirdim. Şüphesiz ki, Sebelilere hükümdarlık eden, kendisine her şeyden verilmiş ve çok büyük bir tahta sahip olan bir kadın buldum. Onu ve toplumunu, Allah'ın astlarından güneşe boyun eğip teslimiyet gösterirler/taparlar buldum. Şeytan da göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah'a boyun eğip teslimiyet göstermesinler/kulluk etmesinler diye kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için de onlar kılavuzlanan doğru yolu bulamıyorlar. –Allah, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayandır, büyük arşın sahibidir–” dedi.

27,28Süleymân dedi ki: “Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız. Şu mektubumu götür, onu kendilerine bırak, sonra onlardan biraz geri çekil de bak, neye dönecekler.”

29-31Süleymân'ın mektubunu alan Sebe melikesi: “Ey ileri gelenler! Şüphesiz ki bana kesinlikle çok saygın/şerefli bir mektup bırakıldı. Şüphesiz ki o mektup, Süleymân'dandır ve ‘Bana karşı büyüklük taslamayın, teslimiyet göstererek/Müslüman olarak bana gelin!’ diye yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden, engin merhamet sahibi Allah adınadır” dedi.

32Melike dedi ki: “Ey ileri gelenler! Bu işimde bana fetva verin. Siz bana tanık olmadan hiçbir işi kestirip atmam.”
33İleri gelenler dediler ki: “Biz, kuvvet sahibiyiz ve savaşmayı çok iyi bilen kimseleriz, buyruk ise senindir; artık ne emredeceğini düşün!”

34,35Melike: “Hiç şüphesiz ki krallar bir memlekete girdikleri zaman hemen orayı bozarlar ve halkının ulularını aşağılarlar. Onlar da böyle yapacaklardır. Ben onlara bir hediye göndereyim de bakalım elçiler ne ile dönecekler!” dedi.

36,37Elçi Süleymân'a gelince Süleymân, “Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? İşte, Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Tersine siz, hediyenizle böbürlenirsiniz. Onlara geri dön; iyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları, kesinlikle hor ve aşağılanmış olarak çıkarırız!” dedi.

38Süleymân dedi ki: “İleri gelenler! Onlar teslim olanlar olarak bana gelmeden önce, hanginiz onun tahtını bana getirir?”

39Cinlerden bir ifrit, “Sen makamından169 kalkmadan önce ben onu sana getiririm. Ve hiç şüphesiz ben onun üzerine güçlü ve güvenilirim” dedi.

40Kitap'tan yanında bilgi olan kimse: “Ben onu sana bakışın kendine dönmeden önce getiririm170 dedi.
Sonra Süleymân Melike'nin tahtını yanında durur bir hâlde görünce: “Bu, kendime verilen nimetlerin karşılığını ödeyecek miyim, yoksa iyilikbilmezlik mi edeceğim diye beni belâlandırmak için Rabbimin fazlındandır. Ve kim kendisine verilen nimetlerin karşılığını öderse hiç şüphesiz kendisi için karşılığını öder. Kim de iyilikbilmezlik ederse, hiç şüphesiz ki Rabbim çok zengin ve kerîm'dir.” dedi.

41Süleymân dedi ki: “Onun için tahtını belirsizleştirin [ona sıradan bir kişi muamelesi yapın], bakalım o, kılavuzlanan yolu bulanlardan mı yoksa kılavuzlanan doğru yolu bulmayanlardan mı olacak [Müslümanlığında samimi mi değil mi görelim]!”

42Melike geldiği zaman, “Senin tahtın böyle mi?” dendi. Melike: “Sanki bu, odur. Ve bize ondan önce bilgi verilmiş ve biz Müslümanlar olmuş idik.” dedi.

43Ve onu, Allah'ın astlarından taptığı şeyler alıkoymuştu. Şüphesiz ki o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumundandı.

44Melike’ye, “Gizli kapaklı hiçbir şeyin bulunmadığı, her şeyin açık açık gösterildiği köşke/ halis dine gir!” denildi. Sonra Melike, halis dini görünce tekrar tekrar, inceden inceye hesap yaptı, inceledi ve geçmiş yaşamındaki tüm sırlarını açıkladı. Süleymân; “Bu, Allah’ın vahylerinden özenle elde edilmiş halis dindir” dedi. Melike, “Rabbim! Ben gerçekten kendime haksızlık etmiştim. Süleymân ile beraber, âlemlerin Rabbi Allah için Müslüman oldum” dedi.







4Şüphesiz Biz âhirete inanmayan şu kimselerin işlerini kendilerine süslü gösterdik de onlar şaşırıp kalmışlardır.

5İşte bunlar, azabın kötüsü kendileri için olan kimselerdir ve bunlar, âhirette en çok ziyana uğrayacakların ta kendileridir.


4, 5. Ayetler:

Ahirete inanmanın mümin olmanın gereklerinden biri olduğu bir önceki ayette vurgulandıktan sonra, 4. ayette de insanların ahirete inanmama sebebi açıklanmakta ve insanların kendi yaptıkları işlerin kendilerine süslü görünmesi, yani yaptıklarını hoş, güzel ve doğru kabul etmeleri dolayısıyla ahirete inanmadıkları bildirilmektedir. İnsanoğlunun kendi yaptıklarını güzel ve doğru kabul etme yönündeki bu fıtrî özelliği Kur’an’da birçok kez yer almış, kullarını imtihan amaçlı olarak bu özellikle yaratan Rabbimiz de fıtrattan gelen bu eğilimi bildirmek suretiyle insanları birçok kez uyarmıştır.

Ancak bu özelliğin fıtrî olduğu konusunun doğru anlaşılması gerekir. Aşağıdaki ayette olduğu gibi, Rabbimiz "süsleme" işini kendisine izafe etmiştir:

108Ve onların Allah'ın astlarından yalvardıkları kimselere sövmeyin ki, onlar da bilgisizce, aşırı giderek Allah'a sövmesinler. Biz, her önderli topluma yaptıkları işi işte böyle süsledik. Sonra da onların dönüşü Rablerinedir. Sonra O, onlara ne yaptıklarını haber verir. [En’âm/108]

Hâlbuki bu işin şeytanlara izafe edildiği ayetler de vardır:

38Âd ve Semûd toplumlarını değişime/yıkıma uğrattık. Onların değişime/yıkıma uğramaları, onların yurtlarından size kesinlikle besbelli olmuştur. Ve şeytan onlara, yaptıklarını süsledi de onları yoldan alıkoydu. Hâlbuki onlar görüp anlayan kimselerdi. [Ankebut/38]

43Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta oldukları şeyleri çekici gösterdi. [En’âm/43]

63Allah'a yemin olsun ki Biz kesinlikle senden önce birtakım ümmetlere elçiler gönderdik de şeytan onlara amellerini bezeyip süslü gösterdi. İşte o şeytan, bu gün onların koruyucu, yol gösterici yakınıdır. Ve onlar için acı bir azap vardır. [Nahl/63]

Rabbimizin süsleme işini kendisine izafe etmesi aslında yaratma açısından olup bu eylemi yapan, işi gerçekleştiren ise kulun kendisidir. Kişilere amellerinin süslü gösterilmesi konusunun iyi anlaşılması için, Tin suresinin tahlilinde bulunan "Allah’ın kalpleri mühürlemesi ve damgalaması" başlıklı bölümün okunmasını tavsiye ediyoruz. [Tebyînü’l-Kur’an;]

Kur’an’ın bu ana kadar inmiş olan ayetlerinden anlaşılmaktadır ki, ahirete inanmak imanın "olmazsa olmaz" esasıdır ve Allaha inanan kişi mutlaka ahirete de inanır. 4. ayette vurgulanan nokta, ahirete inanmayan kimselerin Kur’an’ın öğrettiği yolu takip etmeyecekleridir. Çünkü ahirete inanmayan kimselerin ölçüleri bu dünyada görülenlerle sınırlıdır. Onlar, yapılan bir işin fayda ve zararını sadece bu dünyadaki sonuçları ile değerlendirirler ve bu değerlendirmeyi ahiretteki kazanç veya kayıpları hesap ederek yapmayı hedef alan herhangi bir nasihati veya hidayeti asla kabul etmezler.

5. ayette geçen "azabın kötüsü" ifadesi hakkında, azabın şekli, zamanı ve yeri bakımından herhangi bir açıklama yapılmamıştır. Ancak Kur’an’daki yüzlerce ayetten anlaşılmaktadır ki, azap fizikî ve psikolojik yönleri olan bir olgudur ve hem ferdî hem de grup olarak uygulanabilmektedir. Bu fiziki veya psikolojik ceza hem dünyada, ölüm anında, hem de mahşerde ve cehennemde gerçekleşebilmektedir.


6Şüphesiz bu Kur’ân ise sana, yasalar koyan ve en iyi bilen Allah tarafından senin içine işletilmektedir.

Hatırlanacak olursa, Şuara suresinin tahlilinde, bu ayetin ne anlam ne de teknik bakımdan, içinde bulunduğu pasajla bir bağlantısının olmadığını belirtmiş ve ayetin Şuara suresinin 221–223. ayetlerinin sonrasında yer alması gerektiğini söylemiştik. (Ayetin, önerdiğimiz yerdeki uygunluğunu görmek için Şuara suresinin 221–223. ayetleri ile ilgili tahlilimizi okuyabilirsiniz.)




7 Bir zaman Musa ehli için “Ben bir ateş; israiloğullarının perişan halini hissettim. Umarım ki size o sıkıntıdan bir haber getiririm veya ibranilere destek olmanız, onları ateşten kurtarmanız için o sıkıntıdan bir parçacık getiririm” demişti.

8-12 Sonra ona ateşe: sıkıntıya varınca; Bu sıkıntıyı gidermeye karar verdiğinde, sıkıntı içinde olan kişiler; ve sıkıntının dışında olan kişiler bolluklu kılınmıştır. Ve alemlerin rabbi Allah eksikliklerden arınıktır.

Ey Mûsâ! Şüphesiz Ben, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan Allah'ım!
Ve birikimini ortaya koy!” –Onu sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görüverince, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. -Ey Mûsâ korkma! Şüphesiz ki Ben; Benim yanımda elçiler korkmaz. Ancak, kim yanlış; kendi zararlarına iş yapar, sonra kötülüğün ardında iyiliğe çevirirse, şüphesiz Ben, çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim.–

Ve koynundaki gücünü devreye sok, dokuz âyet [alâmet/gösterge] içinde Firavun'a ve onun toplumuna hiç kusursuz, mükemmel çıkacaksın. Şüphesiz onlar yoldan çıkmış bir toplum olmuşlardır.” diye seslenildi.

13Sonra da âyetlerimiz/alâmetlerimiz/göstergelerimiz onlara parlak bir şekilde gelince, “Bu apaçık bir göz boyama, insan kandırmadır” dediler.

14Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapmaları ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!–



7–14. âyetlerde, çok kısa olarak Mûsâ peygambere ilk vahyin verilişinden Firavun ve ordusunun helâkine kadarki olaylara değinilmektedir. Kısa bir hatırlatma şeklindeki bu anlatımla ibret aldırma amacı güdüldüğü açıkça belli olmaktadır. Mu'cizeler karşısında inanacakları yerde kibirlenen ve zulme yönelen Firavun ve avenesinin durumu pasajda özellikle göze çarpmaktadır. Onların bu hâlleri, 4. Âyette tanıtılmış olan yaptıkları işler kendilerine süslü görünen kişilerin ilk somut örneğini teşkil etmektedir:
 
* Sonra da Mûsâ ve kardeşi Hârûn'u âyetlerimizle/ alâmetlerimizle/ göstergelerimizle ve apaçık bir güç ile Firavun'a ve ileri gelenlerine gönderdik/elçi yaptık. Bunun üzerine kendilerinin büyüklüğüne inandılar ve ululuk taslayan bir toplum oldular. [Müminûn/45,46]

Firavun ve avenesinin bu durumları, daha evvel Fâtır Sûresinde yer alan Âyetlerdeki ifadelere benzemektedir:

* Ve onlar, var güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir peygamber gelirse, kesinlikle önderli toplumların her birinden daha doğru yolda olacaklardı. Buna rağmen ne zaman ki kendilerine bir uyarıcı geldi, bu, yeryüzünde bir kibirlenme ve kötülük düzeni yönünden onların sadece nefretlerini artırdı. Hâlbuki kötü düzen ancak kendi düzenbazını çepeçevre kuşatır. O hâlde öncekilerin kanunundan/ onlara uygulanandan başka ne gözetiyorlar? Onun için sen, Allah'ın uygulamasında asla bir değişme bulamazsın. Sen, Allah'ın uygulamasında asla bir başkalaşma da bulamazsın. [Fâtır/42,43]

Yedinci ayetteki "تَصْطَلُون tastalune" ifadesi ile ilgili Kasas/29’un tahlilinde bilgi verilmişti.

Burada vahyin canlılık verişine ve bereket getirişine değinilmektedir. Ki, Musa’ya yapılan vahiyler sayesinde israiloğulları ve diğer toplumlar kurtuluşa ermişlerdir.

8. Âyette geçen Ateşin içindeki ve yanı başındaki kişi; sıkıntı içinde olan kişiler; ve sıkıntının dışında olan kişiler nitelemesi ile merkezde Mûsâ peygamber olmak üzere, ona inanacak ve etrafında toplanacak insanlar kastedilmekte ve onların mübarek kılındığı bildirilmektedir.

Neml/10 ve Kasas/30 âyetlerinin orjinalindeki تهتزّ[tehtezzü] sözcüğü, genellikle yanlış olarak "hareket eder, kıvrılır" şeklinde çevrilmektedir. Sözcüğün esas anlamı, "hareket ettirmek"tir. [Lisânu'l-Arab, "Hzz" mad.] Buradaki hareket ise asânın hareketi değil, hareket ettirişi, çok çalıştırmasıdır. Burada asâ diye nitelenen birikimin, yani vahiylerin, Mûsâ'nın başına iş açtığı, o'nu çok çalışmak zorunda bıraktığı açıklanmaktadır. İşin çokluğu ve zorluğu sebebiyle Mûsâ işten kaçmaya çalışmıştır.

10. âyetteki, Onu sanki görünmeyen bir varlık gibi hareket ettirir görüverince dönüp, arkasına bakmadan kaçtı ifadesinden, Mûsâ'nın peygamberlik görevinden hoşlanmadığı, korktuğu, yapmak istemediği anlaşılmaktadır. Mûsâ'nın bu kaçışı Kalem sûresi'nde de zikredilmişti. Kalem sûresi'nde bahsedilen hut sahibi, Yûnus peygamber bilinse de Mûsâ peygamber de hut sahibidir. Mûsâ'nın hut sahibi olduğundan, Kehf/61-63'de bahsedilmiş, kaçışı da bu âyetlerde açıklanmıştır.

* Öyleyse Rabbinin kararına karşı sabret; balık/bunalım arkadaşı gibi olma. Hani o bir kez aşırı bunaldığında Rabbine seslenmişti. Eğer Rabbinden o'na bir iyilik ulaşmasaydı, kınanmış bir durumda, boş bir yere atılacaktı. Ancak, Rabbi o'nu seçti, sonra da iyilerden kıldı. [Kalem 48-50]

11. Âyetteki istisna bir "istisna-i muttasıl" olup cümlenin anlamı şöyle olmaktadır: "Benim yanımda elçiler korkmazlar ama zulüm yapmış olan elçiler korkarlar."

Burada Mûsâ peygamberin gençliğinde işlemiş olduğu cinayete gönderme yapılmaktadır. Mûsâ peygamberin de evvelce işlediği suç yüzünden korkması gayet normaldir ama Rabbimiz zulüm işlemiş Mûsâ'yı affetmiştir:

* Ve Mûsâ, şehir halkının habersiz olduğu bir anda şehre girdi. Sonra orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından, birbirlerini öldürmeye çalışan iki adam buldu. Sonra kendi tarafı olan, düşmana karşı Mûsâ'dan yardım diledi. Mûsâ da ötekine hemen bir yumruk indirdi, o da hemen ölüverdi. Mûsâ, "Bu, şeytanın işindendir, şüphesiz o, saptırıcı, apaçık bir düşmandır" dedi. Mûsâ, "Rabbim! Şüphesiz kendime haksızlık ettim. Artık beni bağışla!" dedi de Allah o'nu bağışladı. Şüphesiz O, çok bağışlayıcının, çok merhamet edicinin ta kendisidir. Mûsâ, "Rabbim! Bana nimet olarak verdiğin şeylere andolsun ki artık hiçbir zaman suçlulara arka olmayacağım" dedi. Sonra da Mûsâ, şehirde korku içinde, etrafı kontrol ederek sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kimse, feryat ederek o'ndan yardım istiyor. Mûsâ ona: "Şüphesiz sen, apaçık bir azgınsın!" dedi. [Kasas/15–18]

Aslında Rabbimizin affı sadece elçilere değil, tüm tövbe eden kullarına yöneliktir:

* Ey İsrâîloğulları! Sizleri düşmanınızdan kurtardık ve Musa aranızda değilken; içinizde elçi yok iken size söz verdik üzerinize de kudret helvası ve bıldırcın/bal indirdik. –Sizi rızıklandırdığımız şeylerin temizlerinden yiyin ve bunda aşırı gitmeyin, sonra üzerinize hoşnutsuzluğum iner. Kimin üzerine de hoşnutsuzluğum inerse, kesinlikle o iner [düşer, mahvolur]. Ve şüphe yok ki Ben, tevbe eden, iman edip sâlihi işleyen, sonra da kılavuzlandığı doğru yolu bulan kimse için çok bağışlayıcıyım.– [Tâ-Hâ/80–82]

* Kim bir kötülük işler yahut kendi kendine haksızlık eder, sonra da Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok merhametli bulur. [Nisâ/110]

Rabbimizin insanları tövbeye davet etmesi, tövbe edenlerin tövbelerini kabul etmesi ve tövbe edenleri sevdiği hususu Kur'ân'da birçok Âyette açıklanmıştır.

MÛSÂ PEYGAMBERE VERİLEN DOKUZ MUCİZE:

12. âyette zikredilen dokuz âyet ifadesindeki "dokuz" sayısını iki şekilde anlamak mümkündür:

A) Çokluktan kinaye.

Zira İsrâîloğulları'na dokuzdan daha çok âyet/alâmet gösterilmiştir.

B) Burada kastedilen Tevrât'taki on emirin dokuz âyette yazılı olmasıdır.

Yahudi Tevrât'ında iki ayrı emir cümlesi hâlinde zikredilen, "Karşımda başka ilâhların olmayacak" ifadesi ile "Kendin için oyma put yapmayacaksın" ifadesini Samiri Tevrât'ı tek emir cümlesi hâlinde toplamıştır. Böylece, "Komşunun evine tamah etmeyeceksin" de dahil, emirlerin sayısı, Yahudi nüshasında on, Samiri nüshasında ise dokuzdur. [Baki Adam, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, s. 104-105; HHT, Noseah Şomroni, Şemot, 20:10.]

Kasas Sûresi'nin 30. Âyetinde, Mûsâ peygamberin ilk vahiy alışının ağaçtan yükselen bir ses ile olduğu bildirilmiştir. Mûsâ peygamber vadînin kenarında bir yerde bir çeşit ateşin yandığını görmüş, oraya gittiğinde ise şöyle bir manzara ile karşılaşmıştır:

Ortada yanan bir şey olmamasına ve bir duman çıkmamasına rağmen ateş yanmakta ve ateşin ortasında yemyeşil bir ağaç durmaktadır. Birden bu ağaçtan kendisini çağıran bir ses yükselmiş ve böylece Mûsâ peygamber ilk vahyini almıştır. Peygamberlerin hayatlarında bu tür olağanüstü hadiselerin vuku bulması normal karşılanmalıdır. Nitekim peygamberimize de nübüvvetle şereflendirildiği zaman benzer bir şekilde Mescid-i Aksa'da, Cennetü'l-Me'va denilen yerdeki son sidre ağacından vahyedilmiştir. Bu durum Necm Sûresinde ayrıntılı olarak bildirilmiştir.



15Ve andolsun ki Biz Dâvûd'a ve Süleymân'a bilgi verdik. O ikisi de: “Tüm övgüler, bizi mü’min kullarının birçoğuna fazlalıklı kılan Allah'adır!” dediler.


Ayette Davud ve Süleyman peygamberlerin "Bizi mümin kullarının birçoğuna fazlalıklı kılan Allah’a hamd olsun" sözleriyle verilen mesaj, üstün nimetlere sahip olanların bu nimetleri veren Allah’a hamd ve şükür etmelerinin gerektiğidir. Firavun ve avenesi kendilerine verilen nimetler ile şımarıp zorbalaşırlarken, Davud ve Süleyman peygamberler kendilerini fazlalıklı kılan Allah’a hamd ve şükür etmektedirler. Böylece surenin başında konu edilen inanan ve inanmayanların davranışlarındaki farklılık da örneklendirilmiş olmaktadır.

Bu ayet aynı zamanda bilginin ve bilgi sahiplerinin üstünlüklerine de işaret etmektedir:

11Ey iman etmiş kimseler! Size: "Meclislerde yer açın/başkalarına da katılım hakkı tanıyın" denilince hemen yer açıverin ki Allah da yer açsın/size genişlik versin. Ve size: "Kendinizi olduğunuzdan daha büyük gösterin" denilince de kendinizi olduğunuzdan daha büyük gösterin. Böylece Allah, sizden inanmış olan kimseleri ve kendilerine bilgi verilenleri derecelerle yükseltsin. Ve Allah, yaptıklarınıza iyice haberi olandır. [Mücadile/11]

Daha önce birkaç yerde de belirttiğimiz gibi, Davud ve Süleyman peygamberler, haklarında en çok asılsız söylenti çıkarılmış olan peygamberlerdir. Maalesef bu asılsız söylentiler Müslümanlar tarafından da gerçekmiş gibi kabul görmüştür. Bize göre bu, Kur’an’ı iyi tanımamak, Kur’an’daki müteşabih [birbirine benzer birçok anlamla ifade edilen] anlatımları dikkate almamaktan kaynaklanmaktadır. Çünkü kitaplara kadar giren bu asılsız efsanelerin tümü, ayetlerdeki mecazların hakikat yapılması sonucu uydurulmuştur. Sad suresinde bazı örneklerini nakletmiş olduğumuz bu uydurmalardan bazıları, yeri geldikçe ibret amacıyla burada da nakledilecektir.


16Ve Süleymân Dâvûd'a vâris oldu. Ve Süleymân: “Ey insanlar! Bize kuşların mantığı [seslerinden, davranışlarından anlam çıkarma] öğretildi ve bize her şeyden verildi” dedi. –Doğrusu bu apaçık bir armağandır.–


Davud ve Süleyman peygamberlerin "hamd"leri ile başlayan kıssa, 16. ayetin ifadesinden de anlaşılacağı gibi, bundan sonra Süleyman peygamber ağırlıklı olarak devam edecek ve ilerideki ayetlerde Sad suresinde verilen bilgilere ilâveten Süleyman peygambere ait yeni ve çarpıcı bilgiler verilecektir.

SÜLEYMAN PEYGAMBERİN DAVUD PEYGAMBERE MİRASÇILIĞI

15. ayetin delâletiyle anlaşılmaktadır ki, Süleyman peygamberin babası Davud peygambere mirasçılığı mal-mülk mirasçılığı değil, bilgi mirasçılığıdır. Bu, Davud peygamberin bütün bilgi birikimini oğlu Süleyman’a öğrettiği anlamına gelmektedir.

Meselenin daha iyi anlaşılması için Davud peygamberin hayatına ait bazı ayrıntıların bilinmesi gerekmektedir.

DAVUD PEYGAMBER

... İsrail’in ilk kralı Saul’un sarayında yaverlik yaptı. Saul’un oğlu ve vârisi Yonatan’la yakın dostluk kurdu ve Saul’un kızı Mikal’la evlendi. Filistinlilere karşı yapılan savaşlarda üstün yararlıklar göstererek büyük bir ün kazandı. Bu durumu çekemeyen Saul onu öldürmek isteyince, saraydan kaçarak Filistin’in kıyı ovasındaki Güney Yahuda’ya ve Filistin’e gitti; orada büyük bir beceri ve öngörüyle krallığın temelini atmaya koyuldu. ... [Ana Britannica, c:9, s:340]

Davud’un kral olmadan önce yaşamını çok zor şartlarda sürdürdüğüne, Allah’ın izniyle ordusunu en iyi şekilde donatıp yönetmeyi becerdiğine ve uzun savaşçılık yıllarında yaşadığı diğer bazı olaylara Kur’an’da Bakara suresinin 246-252. ayetlerinde ve Kitab-ı Mukaddes’in I. ve II. Samuel bölümlerinde değinilmiştir.

Davud’a verilen fazlalıkların anlatıldığı Kur’an ayetleri şunlardır:

10,11Ve andolsun ki Biz Dâvûd'a tarafımızdan bir fazlalık ve kuşları verdik; "Ey dağlar! Onunla beraber dönün!" Ve o'nun için demiri yumuşattık: Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçülendir. –Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle Ben yaptıklarınızı en iyi görenim.– [Sebe’/10, 11]

17Sen onların dediklerine sabret ve güçlerin sahibi kulumuz Dâvûd'u hatırla. Şüphesiz o, Rabbine çokça dönendi.

18Gerçekten Biz, dağlara boyun eğdirdik/yapısal olarak insanların yararına kullanılacak biçimde yarattık. Her zaman kendisiyle birlikte Allah'ı noksanlıklardan arındırırlardı. 19Kuşları da toplu olarak o'na boyun eğdirmiştik/Dâvûd'un ve insanların yararlanacağı biçimde yaratmıştık. Hepsi o'na dönücü idi. 20Biz o'nun mülkünü de pekiştirdik. Ve o'na yasayı ve hakkı bâtıldan ayıran sözü söyleme imkânını verdik. [Sad/17–20]

79Sonra da Biz, onu Süleymân'a hemen iyice kavrattık. Ve hepsine yasa ve bilgi verdik. Dâvûd'la beraber Allah'ı noksan sıfatlardan arındırsınlar diye, dağları ve kuşları buyruk altına aldık/onları insanların yararlanacağı ölçüler içinde yarattık. Ve Biz yapanlarız. [Enbiya/79]

Sebe’ suresinin yukarıdaki 10. ayetinde geçen "Ey dağlar!" seslenişi, bize göre Davud’un Kitab-ı Mukaddes’teki "Mezmurlar" içinde yer alan (94–98. mezmurlar) "Ey dağlar, taşlar, nehirler, ormanlar, kuşlar, ağaçlar! Coşun, tesbih edin. Çünkü O, yeryüzüne geliyor, hükmetmeye geliyor. Dünyaya adaletle ve kavimlere doğrulukla hükmedecek" şeklinde özetlenebilecek ifadesine atıfta bulunmaktadır. Mezmurlar arasında yer alan ve dağlarda yaşarken Davud’un Rabbine yönelik olarak terennüm ettiği bu ilâhîler, övgüler, dualar, yakarışlar Yüce Allah tarafından beğenilmiş olmalı ki, Kur’an’da da bunlara işaret edilmektedir.

Yine aynı ayette geçen "demirin yumuşatılması" eylemi, demirin eritilerek kalıplara dökülmesini ya da ateşte yumuşatılarak çeşitli alet yapımında kullanılmasını ifade etmektedir. Davud’un birçok güçlü düşmanla savaştığı ve bu savaşlarda başarılı olduğu dikkate alındığında, askerlerini günün şartlarına göre en iyi silâh ve teçhizatla donattığı ve bu donanımı da demirin yumuşatılması tekniği ile sağladığı söylenebilir. Ancak ayette zırhın ilk defa Davud tarafından yapılmış olduğuna dair herhangi bir işaret olmadığı gibi, demirin Davud’un elinde mum gibi eridiği ve onu istediği gibi kullandığı yönündeki söylentiler de birer uydurmadan ibarettir.

KUŞ MANTIĞI

"Mantık" "ses" demektir: ancak bu sözcükle genelde "meram ve maksatlar" kastedilir. [Lisanü’l-Arab, c.8, s. 601, 602, "ntk" mad.]

Her yaratık türü ise bir ümmettir:

38Ve yeryüzünde hiçbir irili-ufaklı kıpırdayan canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi önderli topluluklar olmasın. Biz Kitapta hiçbir şeyi noksan/yetersiz bırakmadık. Sonra onlar Rablerine toplanacaklardır. [En’âm/38]

Bu duruma göre, her canlı gurubundaki yaratıkların, hayatlarını devam ettirebilmeleri için nasıl kendi türlerine has özellikleri varsa, aynı şekilde bunların kendi aralarında bir anlaşma ve haberleşme dilleri de olmalıdır. Nitekim insanlar uzun zamandan bu yana kedileri, köpekleri, çeşitli kuşları, yunus balıklarını ve diğer hayvanları gözlemleyerek, onların çıkardıkları seslerin, kuyruk hareketlerinin ne anlama geldiği hakkında bazı sonuçlara varmışlardır. Meselâ, yem aramak için eşinen bir horozun. yemi bulduğu zamanki tavukları çağıran sesi ile sabahları herkesi uyandıran ötüş sesinin farklı olduğu tespit edilmiş ve tavukların da yumurtladıklarını farklı bir ses çıkararak bildirdikleri görülmüştür. Ya da bir kedinin acıktığı, su istediği veya hapsedildiği zamanki miyavlama sesi ile çiftleşme anındaki sesinin birbirinden tamamen farklı olduğu gözlenmiştir. Diğer taraftan, farklı yaratıklardaki kuyruk hareketleri değişik anlamlara gelmekte, bugün artık insanlar kuşların, yunus balıklarının, kedi, köpek gibi hayvanların kuyruk hareketlerinden manalar çıkarabilmektedir.

Bu durum göstermektedir ki, yaratıkları iyi gözlemleyen herkes, ses ve kuyruk hareketlerine bakarak onların ihtiyaç ve arzularını anlayabilir, bazı manalar çıkarabilir. İşte bu duruma "o yaratığın mantığını bilmek" demek mümkündür.

Kur’an üzerinde emek vermiş kişilerden Zemahşeri, Keşşaf adlı eserinde bu konu için şöyle demiştir:

Mantık, konuşmak, bir mana ifade etsin ya da etmesin, tek tek kelimeleri ya da cümleleri söylemek, sesle ifade etmektir. Ya’kûb, kitabına, Islahu’l Mantık başlığını koymuştur. Hâlbuki o, o kitabında sadece müfret kelimeleri düzeltmiştir. Araplar şöyle derler: "Güvercin nutketti, seslendi." Süleyman’ın kuşların diline dair öğrendiği şey ise, kuşların maksat ve gayelerinden bazısını bazısından ayırıp seçmesi, fark etmesidir. [Keşşaf, c:3, s:140]

Konumuz olan ayetteki "Bize kuşların mantığı öğretildi" ifadesini bu doğrultuda değerlendirdiğimizde, ifadeden Davud ve Süleyman peygamberlerin kuşların bir kısmına ait özellikleri bildikleri anlamı çıkmaktadır. Yani, Davud ve Süleyman peygamberler, meselâ "hüthüt"ün [çavuşkuşunun] yerüstü ve yeraltı sularını tespit yeteneğini, "güvercin"in uzun süreli uçma ve salındığı yere dönme yeteneğini, "şahin"in ve "doğan"ın avcılık yeteneğini, "akbaba"nın leş bulma yeteneğini öğrenmişler ve bu bilgilerden yararlanmışlardır. Ayetteki ifadenin Süleyman peygambere ait olduğuna bakarak bu bilgilerin sadece Süleyman peygambere özgü olduğu düşünülmemelidir. Çünkü ifadede "ben" yerine "biz" zamiri kullanılmış ve dolayısıyla konuya Davud peygamber de katılmıştır. İşin aslında bu bilgileri önce savaşlar yüzünden uzun yıllar dağda yaşamak zorunda kalan Davud peygamber öğrenmiş, sonra da o, oğlu Süleyman peygambere öğretmiştir.

Demek oluyor ki, Süleyman peygamber kuşlardan yararlanmayı ve demiri işlemeyi babası Davud peygamberden öğrenmiştir. Süleyman peygamberin babası Davud peygambere mirasçı olmasının anlamı da budur. Nitekim yukarıda mealini verdiğimiz Sebe’ suresinin 10. ve Enbiya suresinin 79. ayetlerinden de bu anlaşılmaktadır.

"Bize kuşların mantığı öğretildi" cümlesinde dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da, bu cümlenin tek taraflı bir olayı ifade ediyor olmasıdır. Yani, Davud ve Süleyman peygamberler, kuşların seslerinden, hâl ve hareketlerinden onların ne demek istediklerini ve diğer özelliklerini keşfetmişler, dolayısıyla kuşların mantığını öğrenmişlerdir. Buna karşılık kuşlar Davud ve Süleyman peygamberlerin mantığını, yani insan mantığını bilmemektedirler. Ayrıca buradaki "kuşlar" sözcüğünün yeryüzündeki tüm kuşları kapsadığını düşünmek de doğru değildir. Çünkü "üç-dört kuş" anlamı, sözcüğün yapısal anlamını karşılamaktadır.

Ayetteki "Bize her şeyden verildi" ifadesi, Süleyman peygambere verilen şeylerin çokluğunu anlatmaktadır. Çünkü "her şey" ile "her şeyin çoğu", çok olma bakımından müşterektirler. Bunun bir benzeri de 23. ayette "Ona [Melike’ye] her şey verildi" şekliyle gelecektir.



17Ve yerli ve yabancılardan ve kuşlardan oluşturulmuş orduları Süleymân için bir araya getirildi. –Sonra onlar düzenli olarak sevk edilirler.–


Ayetten anlaşıldığına göre Süleyman peygamberin ordusu "ins", "cinn" ve "kuşlar"dan oluşmuş üç takımdan ibarettir:

a- İns takımı: Bu takım, Süleyman peygamberin kendi milletinden olan ve ordunun savaşçı gurubunu meydana getiren askerlerdir.

b-Cinn takımı: "Angaryacılar" da denilen ve yabancılardan oluşmuş bu takım, ordunun levazım ve ordu donatım işlerini görmekte, orduya lojistik destek sağlamaktadır. Bu takıma mensup kişiler, Sebe’/13’te anlatıldığı üzere, kaleler ve yüksek sağlam binalar yapmakta, ağacı, demiri, bakırı işlemektedirler. Bunlar, Davud peygamber döneminden beri ülkede bulunan, komşu ülkelerden getirilmiş zanaat sahibi kimselerdir. Süleyman peygamberin fethettiği yerlere sağlam bir alt yapı, sanat ve kültür götürmesinde büyük payları olan bu kişiler, iş bilir ve sanatçı özellikte olmalarına karşılık, Süleyman peygamber hakkında kötü plânlar yaptıkları ve plânlarını uygulamaya çalıştıkları için Kur’an’da bazı ayetlerde "şeytanlar" olarak nitelenmişlerdir.

"Cinn" kavramı ve "Süleyman peygamberin cinnleri" ile ilgili olarak daha evvel birçok açıklamada bulunduğumuz için fazla ayrıntıya girmiyor, sadece Kitab-ı Mukaddes’ten bu konunun yer aldığı ilgili bölümü nakletmekle yetiniyoruz:

1-Süleyman Yahve adına bir tapınak, kendisi için de bir saray yaptırmaya karar verdi.

2- Yük taşımak için yetmiş bin, dağlarda taş kesmek için seksen bin, bunlara gözcülük etmek için de üç bin altı yüz kişi görevlendirdi.

3- Sur Kralı Hiram'a da şu haberi gönderdi: "Babam Davut'un oturması için saray yapılırken kendisine gönderdiğin sedir tomruklarından bana da gönder.

4- Tanrım RAB'be adamak üzere, O'nun adına bir tapınak yapıyorum. Bu tapınakta hoş kokulu buhur yakıp adanan ekmekleri sürekli olarak masaya dizeceğiz. Sabah akşam, her Şabat Günü, her Yeni Ay ve Tanrımız RAB'bin belirlediği bayramlarda orada yakmalık sunular sunacağız. İsrail'e bunları sürekli yapması buyruldu.

5- "Yapacağım tapınak büyük olacak. Çünkü Tanrımız bütün tanrılardan büyüktür.

6- Ama O'na bir tapınak yapmaya kimin gücü yeter? Çünkü O göklere, göklerin enginliğine bile sığmaz. Ben kimim ki O'na bir tapınak yapayım! Ancak önünde buhur yakılabilecek bir yer yapabilirim.

7- "Bana bir adam gönder; Yahuda ve Yeruşalim'de babam Davut'un yetiştirdiği ustalarımla çalışsın. Altın, gümüş, tunç ve demiri işlemede; mor, kırmızı, lacivert kumaş dokumada, oymacılıkta usta olsun.

8- "Bana Lübnan'dan sedir, selvi, algum tomrukları da gönder. Adamlarının oradaki ağaçları kesmekte usta olduklarını biliyorum. Benim adamlarım da seninkilerle birlikte çalışsın.

9- Öyle ki, bana çok sayıda tomruk sağlayabilsinler. Çünkü yapacağım tapınak büyük ve görkemli olacak.

10- Ağaç kesen adamlarına yirmi bin kor bulgur, yirmi bin kor arpa, yirmi bin bat şarap, yirmi bin bat zeytinyağı vereceğim."

11- Sur Kralı Hiram Süleyman'a mektupla şu yanıtı gönderdi: "RAB halkını sevdiği için, seni onların kralı yaptı."

12- Hiram mektubunu şöyle sürdürdü: "Yeri göğü yaratan İsrail'in Tanrısı RAB'be övgüler olsun! Kral Davut'a bilge bir oğul verdi; RAB için bir tapınak, kendisi için de bir saray yapacak akıllı ve anlayışlı bir oğul.

13- "Sana Huram-Avi adında usta ve akıllı birini gönderiyorum.

14- Anası Danlı, babası Surlu'dur. Altın, gümüş, tunç, demir, taş ve tahta işlemekte; ince keten, mor, lacivert ve kırmızı kumaş dokumakta ustadır. Her türlü oymacılıkta usta olduğu gibi her tasarımı uygulayabilecek yetenektedir. Ustalarınla ve babanın, efendim Davut'un yetiştirdiği ustalarla çalışacak.

15- "Efendim, sözünü ettiğin buğday, arpa, zeytinyağı ve şarabı kullarına gönder.

16- Biz de sana gereken bütün tomrukları Lübnan'da keser, deniz yoluyla, sallarla Yafa'ya kadar yüzdürürüz. Sonra sen tomrukları alıp Yeruşalim'e götürürsün."

17- Babası Davut'un yaptığı sayımdan sonra, Süleyman da İsrail'de yaşayan bütün yabancılar arasında bir sayım yaptı. Yabancıların sayısı yüz elli üç bin altı yüz kişi olarak belirlendi.

18-Bunlardan yetmiş binine yük taşıma, seksen binine dağlarda taş kesme,üç bin altı yüzüne de işçileri çalıştırma görevi verildi. [(II. Tarihler bölümü, 11. Bab]

c-Kuşlar takımı: Muhabere /iletişim ve yol güzergâhında askerin su ihtiyacı için orduda bulundurulmakta olan kuşlardan ve onların bakıcılarından müteşekkildir. Süleyman peygamberin çok önem verdiği ve büyük çapta istifade ettiği bir takımdır.

Süleyman peygamberin ordusunun bir kısmının kuşlardan oluşması, işte budur.Yoksa Süleyman peygamber dağdaki kuşları toplayıp onları asker olarak kullanmamıştır.

Rabbimiz Kur’an’da Süleyman (as)’ın da bir peygamber olduğunu ve vahiy aldığını bildirmiş fakat ona vahyettiklerinin neler olduğuna dair herhangi bir bilgi vermemiştir. Kitab-ı Mukaddes’te ise "Süleyman’ın Meselleri" adlı bir bölüm bulunmaktadır. Kitab-ı Mukaddes’in bu bölümünde yazılı olanların Süleyman peygambere yapılmış vahiyler olarak kabul edilmesi belki İsrailoğulları için mümkündür ama Kur’an muhataplarının bunlara inanması söz konusu olmamalıdır. Çünkü Kur’an ile desteklenmemiş bu olayların Süleyman peygambere yapılan vahiyler olduğuna dair ne elde kesin bir delil vardır, ne de bu olaylar ve konuları vahiy özelliği taşımaktadır. Fakat ne yazık ki, orada yazılanların birçoğu Müslümanlar arasına "Hadis-i Kutsi" veya "hadis" diye sokulmuş durumdadır. Meselâ, iyi tanıdığımız, hadis diye bildiğimiz "Hikmetin başı Allah korkusudur" ifadesi, Süleyman’ın Meselleri Bölümü’nün 1. Bab’ın 7. cümlesidir.

Süleyman peygamber ile ilgili bilgiler, bu sureden başka Sad, Enbiya, Sebe’ ve Bakara surelerinde de yer almaktadır. Sad suresinin tahlilinde yeterli açıklamada bulunduğumuzu düşünüyor ve daha fazlası için o bölümün okunmasını öneriyoruz.


18Sonunda Karınca Vadisi'ne geldikleri zaman, bir karınca: “Ey karıncalar! Evlerinize girin, Süleymân ve orduları bilinçsizce sizi kırıp geçirmesin!” dedi.


Bu ayette, Karınca Vadisi’nde yaşayanlardan birisinin halkına yaptığı uyarı yer almaktadır. Ayetin ifadesinden, uyarıda bulunan kişinin sözü geçen birisi olduğu, muhtemelen de o yerleşim biriminin yöneticisi olduğu anlaşılmaktadır.

Neml [Karınca] Vadisi: Ayette geçen Karınca Vadisi, karıncaların bol olduğu bir vadi olmayıp özel bir isimdir. İmam Zebidi Araplarca bilinen vadileri eserinde toplamıştır. Buna göre, "Karınca vadisi", Jirben ile Askalân arasında bir bölgenin adıdır. [Tacu’l-Arus; "Vadiy" mad. 20/286]

Katade dedi ki: Bize nakledildiğine göre, bu, Şam topraklarında bir vadidir. Ka'b ise Taif’dedir demiştir. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]

Nemle [karınca] sözcüğü tekil bir sözcük olup müzekker ve müennesi aynı sözcükle ifade edilir. Ancak konumuz olan bu ayette cümlenin fiili "kâlet [dedi]" şeklinde müennes olunca, fiilin öznesini de dişi olarak anlamak zorunludur. Yani, karınca vadisinde halkı uyaran kişi ister sıradan biri, isterse halkın yöneticisi olmuş olsun, erkek değil bir bayandır.

NEML VADİSİ HALKI

Karıncaya "nemle" adının verilmesi, "geliş gidişte çokça hareket edip az duraklamasından, hafif yürümesinden, toplayıcılığından" dolayıdır. [Tacü’l-Arus; c: 15, s: 755-757 "Nml" mad]

Söz konusu vadide yaşayan halkın yaşam biçimlerindeki benzerlikten dolayı karıncaya benzetildiği, bundan dolayı da bu isim ile adlandırıldığı anlaşılmaktadır.

Bugün dünyanın değişik bölgelerinde hem Neml Vadisi halkı gibi yaşamlarındaki bir özelliği isim olarak taşıyan birçok kavim yaşamakta, hem de kuş, haşere, ağaç, kaya isimleriyle adlandırılmış değişik kavimler, kabile ve oymaklar bulunmaktadır. Meselâ Arabistan’da "karınca yumurtası" demek olan "mazîn" sözcüğü, aynı zamanda Temim boyundan bir kavmin babasının da [Mazin b. Malik b. Amr b. Temim] adıdır. [Tacü’l-Arus; c: 18, s: 534 "mzn" mad. Lisanü’l-Arab; c:8, s:275 "mzn" mad.]

Dünyanın her tarafında bu tip isimlendirmeler görülmektedir. Buna dünyadan şu örnekler de verilebilir:

Adını hayvanlardan alan şehirler

Jakar: Beyaz kuş

Mbuji-Mayi: Keçi suyu

Accra: Karıncalar

Bamako: Timsah nehri

Ngerulmud: Mayalanmış balık diyarı

Panama City: Çok balık şehri

Singapur: Aslan şehri

Hartum: Fil hortumunun ucu

Bern: Ayı

Kampala: Ceylan

Abu Dhabi: Ceylanın atası

Neml Vadisi’ndeki halkın bilinen karıncalar olmadığı, halkına seslenen karıncanın ayette kullandığı "meskenlerinize [evlerinize]" ifadesinden de anlaşılmaktadır. Çünkü "mesken [ev]" sözcüğü insanlar için kullanılan bir sözcük olup karınca, kertenkele türünden yaratıkların barınakları Arapçada "cuhr" sözcüğüyle ifade edilir. Ayrıca ayetteki ifadeye dikkat edildiğinde, sözcüğün "mesakineküm [evleriniz]" şeklinde çoğul olarak kullanıldığı görülür. Hâlbuki karıncalar komün hâlinde yaşarlar ve her birinin ayrı bir meskeninin olması söz konusu değildir.

Süleyman peygamberin Karınca Vadisi’nden geçişi ile ilgili olarak Kitab-ı Mukaddes’te herhangi bir anlatım yoktur. Buna karşılık bazı Yahudi ansiklopedilerinde abartılı ve bir peygambere yakışmayacak olaylar nakledilmiştir. İşte bunlardan bir tanesi:

Süleyman, karıncası bol vadiden geçerken karıncalardan birinin diğerine şöyle seslendiğini işitti: "Yuvalarınıza giriniz! Yoksa Süleyman'ın orduları sizi çiğneyecektir." Bu anda Hz. Süleyman karıncanın önünde büyüklük tasladı. Bunun üzerine karınca, "Siz de kim oluyorsunuz, siz kimsiniz? Bir damla sudan meydana gelmiş mahlûk! " diye sert bir karşılık verdi. Bunu duyan Süleyman, bu durum karşısında çok utandı ve mahcup oldu. [Yahudi Ansiklopedisi, c:11, s:440]

 

Halkına uyarıda bulunan [yönetici] karıncanın konumuz olan 18. ayetteki ifadesinden, Süleyman (as) ve ordularının kendilerini farkında olmadan çiğneyebileceklerini, bunu kasten yapmayacaklarını dile getirdiği anlaşılmaktadır. Bu ifadesiyle karınca onların zulmeden kimseler olmadıklarını ima etmiş ve Süleyman peygamberi övmüş olmaktadır.

"Kuşların mantığı", "hüdhüd" ve "Karınca Vadisi’ndeki karıncalar" ile ilgili anlatımı "mucize" gözüyle görmek ve Allah’ın kudretiyle ifade etmeye yeltenmek yanlıştır.



19Sonra da Süleymân, dişi karıncanın sözünden/kararından dolayı gülerek tebessüm etti. Ve “Rabbim! Bana, anne-babama lütfettiğin nimetinin karşılığını ödememi, hoşnut olacağın sâlihi işlememi gönlüme getir ve rahmetinle beni sâlih kullarının içine kat” dedi.


"Tebessüm" sözcüğünün aslı "şimşeğin çakmasıyla bulutun parlaması" demektir. Sessiz olarak, dudakların arasından dişlerin görünecek şekle gelmesi de "tebessüm" sözcüğüyle ifade edilir ki, bu, mutluluğun dışa vurması, dıştan fark edilmesi anlamına gelir. [Lisanü’l-Arab; c:1, s: 423]

GÜLEREK TEBESSÜM

Ayette geçen "gülerek tebessüm etti" ifadesi, tebessümün en üst sınırını belirtmekte, yani Süleyman peygamberin memnuniyetini anlatmaktadır. Bilindiği gibi aşırı gülme ve kahkaha, toplumsal yaşamda pek hoş karşılanmayan bir davranıştır.

SÜLEYMAN PEYGAMBERİN GÜLME SEBEBİ

Süleyman peygamberin gülme sebebi, Karınca Vadisi’ndeki bayan yöneticinin kararından /kavlinden (hukuk dilinde " القولkavl", "karar, hüküm" demektir) kaynaklanmaktadır. Çünkü Karınca Vadisi halkı onlara engel olmaya kalkmamış, zorluk çıkarmamıştır. Süleyman peygamber, bu vadiden savaşarak, maddî ve manevî kayıplar vererek geçebileceğini sanıyor olmalıydı ki, yöneticinin kararı ile rahatça ve sorunsuz olarak geçme imkânının ortaya çıkması onu çok mutlu etmiştir. Bu mutlu sonuç karşısında "Rabbim, bana, anne-babama lütfettiğin nimetine şükretmeme, hoşnut olacağın barışçıl bir iş yapmama imkân ver. Ve rahmetinle beni barışsever kullarının arasına sok" diye dua etmiştir.

BU OLAYA AKLÎ BİR YAKLAŞIM

Kıssada söz konusu edilen karıncaların gerçek karınca olduğunun ileri sürülmesi ve Süleyman peygamberin onlarla ilgili durumunun "mucize" ile açıklanmaya çalışılması karşısında bu yaklaşımın bir an için doğru olduğunu kabul edelim. Bu durumda konunun akılcı bir yaklaşımla şöyle değerlendirilmesi gerekir:

Süleyman peygamberin karıncanın söylediklerini duymasının ve anlamasının peygamberliği sebebiyle gösterdiği bir mucizeyle mümkün olduğunun kabulü durumunda, karıncanın üzerlerine doğru gelenin "Süleyman ve ordusu" olduğunu bilmesinin ve kendilerini ezip perişan edeceklerini anlamasının da bir mucize olarak değerlendirilmesi gerekir.

Bizim görüşümüz şudur: Kıssada Süleyman peygamberin Karınca Vadisi halkının bayan yöneticisi ile neler görüşüp konuştuğu bize anlatılmamış, sadece görüşmelerden sonra Karınca Vadisinin bayan yöneticisinin halka duyurduğu, "Süleyman ve ordusuna karşı çıkılmayacağı, onlara geçip gitmeleri için yol verileceği" kararı aktarılmıştır.



20,21Ve Süleymân kuşları gözden geçirdi de sonra, “Hüdhüd'ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplardan mı oldu? Onu kesinlikle çetin bir azap ile azaplandıracağım yahut onu boğazlayacağım/ perişan edeceğim yahut da bana apaçık bir delil/güç getirecek” dedi.


KUŞLARIN TEFTİŞİ

Hatırlanacak olursa, 17. ayette Süleyman peygamberin ordusunun bir kısmının kuşlardan ve onların bakıcılarından oluştuğu açıklanmış idi. Dolayısıyla 20. ayette sözü edilen "gözden geçirme" işlemi, hem çeşitli konularda kendilerinden yaralanılan kuşların, hem de onlardan sorumlu bakıcıların teftişi anlamına gelmektedir. Ancak burada asıl teftiş edilenler, mecazî anlam itibariyle "kuşçular"dır. Süleyman peygamber seferdeki ordunun iletişimini sağlayan ve yol boyunca ordunun av ve su ihtiyacını karşılamakta kullanılan kuşları sevk ve idare eden görevlileri denetlemiş, kuşların ve kuşçuların sefere hazır olup olmadıklarını kontrol etmiştir.

HÜDHÜD

Bir kuş cinsinin ismi olmasına rağmen "Hüdhüd" sözcüğü burada o kuş için kullanılmamıştır. Bize göre, Süleyman peygamberin teftiş sırasında göremediği Hüdhüd kuşun kendisi değil, müşebbeh ile müşebbehünbih arasında kurulan alâka sebebiyle o kuşun bakıcısıdır. Benzer şekilde, doğan, şahin, kartal gibi kuş cinslerinin isimleri de bugünkü toplumlarda insan ismi olarak kullanılır hâle gelmiş, bazı kuş cinslerinin isimleri ise sembolleşmiştir. Meselâ "sarı kanaryalar" denilince ülkemizde "sarı renkli kanarya kuşları" değil, bir futbol takımı anlaşılmaktadır. Bu tür isimlendirmelere her toplumda çokça rastlanmakta olup bunlar mecazî, müteşabih anlatımlardır. Dolayısıyla, Süleyman peygamberin teftiş sırasında göremediğini söylediği Hüdhüd’ün ordunun su ihtiyacını gidermekle, ordunun gideceği güzergâhtaki su ve su kaynaklarını araştırmakla görevli kişinin müstear adı olması ve bu ismi de görevini yaparken "Hüdhüd kuşundan [Çavuşkuşu /Upupa Epops]" yararlanması sebebiyle almış olması mümkündür. Nitekim bir kimseye yaptığı işe uygun ad koyma, lâkaplarla anma geleneği günümüz toplumlarında da hâlâ sürdürülmektedir. Örnek olarak, ordularda ordunun su ihtiyacını gidermekle görevli memurlara "Saka" (Aslı sakkâ’ olup su getirip götüren, su işleriyle uğraşan kimse demektir) adı verilir. Bu isim, aslında bir kuş cinsinin [carduelis carduelis] ismidir ve o kuşa bu ismin verilme sebebi de gagası ile çevreye su sıçratmasıdır.

Diğer taraftan, Hüdhüd’ün aşağıdaki 22–26. ayetlerdeki konuşmalarından, onun kuşların bilgi ve sorumluk sınırlarının ötesinde, iradeli, akıllı hatta din bilgisi kuvvetli biri olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Hüdhüd bu ayetlerde iman, küfür, tevhit, şirk gibi konularda ve ancak akıllı, bilinçli ve imanlı insanların harcı olacak şekilde konuşmaktadır. Bunlardan başka bir de Süleyman peygamberin Hüdhüd’ü cezalandırmak istemesi dikkate alınınca, Hüdhüd’ün bir kuş olmayıp bir insan olduğu kanaati kesinleşmektedir

Süleyman peygamberin 21. ayetteki "onu muhakkak keseceğim" ifadesi ise, bakıcının kuş ismi taşımasındandır. Bugün de kızgınlık duyulan kişilere karşı yöneltilen tehditler, lâyık görülen cezalar ifade edilirken, onların meslekleriyle alâka kurulabilmektedir. Meselâ, bir kaptanın denizde boğulması, bir pilotun uçaktan atılması, bir kasabın satırla doğranması, bir berberin usturayla çentilmesi, bir fırıncının fırında pişirilmesi akla hemen geliveren ceza ve tehdit ifadeleridir. Süleyman peygamberin buradaki ifadesi de, kuşlara yönelik olarak söylenebilecek bir ifade olup yukarıda söylediğimiz gibi sırf bakıcının kuş ismi taşıması sebebiyledir.



22-26Derken, Hüdhüd kabul edilmesi pek uzun olmayan bir beklenti de bulundu da, “Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe'den sana çok doğru ve önemli bir haber getirdim. Şüphesiz ki, Sebelilere hükümdarlık eden, kendisine her şeyden verilmiş ve çok büyük bir tahta sahip olan bir kadın buldum. Onu ve toplumunu, Allah'ın astlarından güneşe boyun eğip teslimiyet gösterirler/taparlar buldum. Şeytan da göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah'a boyun eğip teslimiyet göstermesinler/kulluk etmesinler diye kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için de onlar kılavuzlanan doğru yolu bulamıyorlar. –Allah, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayandır, büyük arşın sahibidir–” dedi.


SEBE

Sebe, Güney Arabistan'da yer alan ve halkı ticaretle tanınmış bir ülke idi. Başşehri de şimdiki Kuzey Yemen'in merkezi Sana'nın kuzeydoğusunda, takriben 55 mil mesafede olan Ma'rib kenti idi. Main krallığının yıkılışından sonra, M.Ö. yaklaşık 1100 yıllarında güç kazandı ve bin yıl boyunca Arabistan'da hüküm sürdüler. Daha sonra, M.Ö. 115 yılında onların yerini Himyerîler aldı. Bunlar da Arabistan'da Yemen ve Hadramut, Afrika'da Habeşiştan'ı idare etmiş olan Güney Arabistan'ın meşhur başka bir milleti idi. Sebeliler bir taraftan Afrika kıyıları, Hindistan, Uzak Doğu ve Arabistan'ın iç kısımlarının dâhil olduğu yerlerde cereyan eden tüm ticarî faaliyetleri, diğer taraftan da Mısır, Suriye, Yunanistan ve Roma'ya yönelik ticareti ellerinde tutuyorlardı. Eski çağlarda servet ve refahları ile meşhur olmaları işte bundandı. Hatta öyle ki, Yunan tarihçilerine göre o devirde dünyanın en zengin kimseleri bunlardı. Ticaret ve alışverişin yanında, ulaştıkları bu refahın başka bir nedeni de ülkelerinin birçok yerinde barajlar inşa etmiş ve sulama maksadıyla yağmur sularını toplamış olmalarıydı. Bu tesislerle ülkeyi gerçek bir bahçeye çevirmiş bulunuyorlardı. Yunan tarihçileri, Sebeliler ülkesinin olağanüstü yeşilliklerine dair ayrıntılı bilgileri bize kadar ulaştırmışlardır. [ANSİKLOPEDİLER]

Hüdhüd’ün ayetteki "Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana çok doğru ve önemli bir haber getirdim" ifadesinden, Süleyman peygamberin Sebe’ hakkında hiç bilgisi olmadığı değil, Sebeliler hakkında yeterli bilgi sahibi olmadığı anlaşılmalıdır. Zira Süleyman peygamberin babasının [Davud peygamberin] mezmurlarında (Mezmurlar; 72/1- 12) "Sebe’"den bahsedilmektedir.

SEBE’ HÜKÜMDARININ SAHİP OLDUĞU İMKÂNLAR

Hüdhüd’ün Sebe’ hükümdarı için kullandığı "Kendisine her şeyden verilmiş" ifadesi bir mübalağa olup bu ifadeden, krallığa ülkenin ihtiyacı olan her şeyden bir miktar verilmiş olduğu anlaşılmalıdır. Hatırlanacak olursa, böyle mübalâğalı bir ifade 16. ayette de Süleyman peygamber için kullanılmış idi.

SEBE’ MELİKESİNİN TAHTI

Hüdhüd, Sebe melikesinin tahtını " العظيمazîm [çok büyük]" olarak nitelemek suretiyle, ülkenin genişliğini, zenginliğini ve idarecisinin üstün seviyeli ve dirayetli birisi olduğunu anlatmak istemiştir. Ancak bazıları bu ifadeyi "fiziksel büyüklük" ve "güzellik" olarak anlamış ve ortaya bu anlayışa uygun abartılı nakiller çıkmıştır:

İbn Abbas dedi ki: Bu kadının tahtının uzunluğu seksen zira', eni de kırk zira' idi. Yukarı doğru yüksekliği de otuz zira' idi. İnci, kırmızı yakut ve yeşil zebercetle süslü idi.

Katâde dedi ki: Ayakları inci ve cevherdendi, üstündeki örtüler ise ince ve kalın ipektendi. Üzerinde de yedi tane kilit vardı.

Mukatil dedi ki: Tahtı seksene seksen zira' idi, yerden yüksekliği de seksen zira' idi. Mücevherlerle süslenmişti,

İbn İshak dedi ki: Ona kadınlar hizmet ederdi. Beraberinde ona hizmet etmek için altı yüz kadın vardı. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]

Hüdhüd’ün Sebe’ hakkında verdiği bu bilgiler, yukarıda söylediğimiz gibi onun din ve siyaset yönünden donanımlı bir kimse olduğunu göstermektedir.



27,28Süleymân dedi ki: “Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız. Şu mektubumu götür, onu kendilerine bırak, sonra onlardan biraz geri çekil de bak, neye dönecekler.”


Süleyman peygamberin ayetteki ifadesine dikkat edilecek olursa, onun Sebe’ ülkesinin zenginliğiyle ilgilenmediği, yalnızca şeytanın onları Allah’a secdeden engelleyerek güneşe taptırdığı ile ilgilendiği görülmektedir.

Süleyman peygamber, Sebe’ halkını saptırmış olan şeytana karşı bir girişim başlatmış ve yolladığı mektupla halkı şeytana karşı tavır almaya yöneltmiştir. Süleyman peygamberin mektubu götürecek olan görevliye verdiği talimat, "Onu kendilerine bırak, sonra onlardan biraz geri çekil de bak" şeklindedir. Bu ifadede kullanılan "kendileri" ve "onlardan" zamirlerinin çoğul olması, mektubun sadece Melike’ye değil, tüm Sebe’ halkına yönelik olduğunu anlatmaktadır.

Kur’an’da sadece bu kadar bilgi verilmişken bazıları Hüdhüd’ün mazgal deliğinden Melike’nin odasına girdiğini, mektubu onun yanına attığını, sonra da pencerede saklanıp neticeyi gözlediğini ileri sürmüşlerdir.



29-31Süleymân'ın mektubunu alan Sebe melikesi: “Ey ileri gelenler! Şüphesiz ki bana kesinlikle çok saygın/şerefli bir mektup bırakıldı. Şüphesiz ki o mektup, Süleymân'dandır ve ‘Bana karşı büyüklük taslamayın, teslimiyet göstererek/Müslüman olarak bana gelin!’ diye yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden, engin merhamet sahibi Allah adınadır” dedi.


Süleyman peygamberin mektubunda yer alan "Bana karşı büyüklük taslamayın" cümlesi, Allah’a karşı büyüklük taslamayı ifade etmektedir. Çünkü mektup, elçi tarafından Allah adına yazılmıştır. Zaten ayetin teknik yapısından çıkan gerçek anlam da budur. Rabbimiz bu mesaja benzer bir ifadeyi başka bir ayette şöyle bildirmiştir:

17-21Ve andolsun ki Biz onlardan önce Firavun toplumunu imtihan ettik. Ve onlara çok saygın bir elçi gelmişti: "Allah'ın kullarını bana geri verin. Şüphesiz ben sizin için gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'a karşı üstünlük taslamayın. Şüphesiz ki ben size apaçık bir güç getiriyorum. Ve Şüphesiz ben, beni taşlayarak öldürmenizden benim Rabbime, sizin Rabbinize sığındım. Ve eğer siz bana inanmazsanız hemen yanımdan uzaklaşın." [Duhan/17–21]

Burada mektubun içeriği kadar, niteliği ve Hüdhüd’ün bu mektubu nasıl taşıdığı da önemlidir ve üzerinde durmayı gerektirmektedir. Çünkü piyasada bu konuya dair birçok abartılı nakil mevcuttur:

ABARTILAR

Rivayet olunduğuna göre, Hüdhüd oraya ulaştığında bu kraliçenin etrafının duvarlarla kapatılmış olduğunu gördü. Belkıs'ın güneşe ibadeti dolayısı ile doğduğunda güneşin girmesi için duvarda bırakmış olduğu bir küçük boşluğa gitti. Rivayete göre Belkıs uykuda iken mektubu bıraktı. Belkıs, uyandığında mektubu gördü ve bundan dolayı korkuya kapıldı. Uykudayken birilerinin yanına girdiğini zannetti. Uykudan kalktığında kendisinde bir değişiklik görmedi. Güneşin durumunu öğrenmek üzere duvardaki boşluğa bakınca, Hüdhüd’ü gördü ve böylelikle durumu anladı.

Vehb ile İbn Zeyd de şöyle demişlerdir: Onun güneşin doğuş yerine bakan bir duvar boşluğu vardı, güneş doğdu mu secde ederdi. Hüdhüd bu boşluğu kanadıyla kapattı, güneş yükseldi. Belkıs bunun farkına varmadı, güneşin doğuşunun geciktiğini anlayınca, ayağa kalkıp oraya baktı. Hüdhüd de mektubu ona attı. Mektubun üzerindeki mührü görünce, titredi ve boyun eğdi. Çünkü Süleyman (a.s)'ın mülkü mühründe idi. Mektubu okuduktan sonra kavminin ileri gelenlerini topladı ve (âyette) daha sonra gelecek olan sözlerle onlara hitabetti.

Mukatil de dedi ki: Hüdhüd mektubu gagasıyla taşıdı. Etrafında askerleri ve kumandanları bulunduğu sırada kadının tepesinde duruncaya kadar uçtu. Herkesin gözü önünde bulunduğu yerde kanatlarını çırpıp durdu. Kadın da başını kaldırıp ona bakınca mektubu göğsünün üzerine bıraktı. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]

Yukarıda verilen nakillerdeki abartıların boyutlarını görmek için konuya akılcı yaklaşmak ve önce şu soruların cevaplarını aramak gerekmektedir: Bu mektup neyin üzerine, hangi yazı ile ve hangi yazı malzemesi ile yazılmıştır? Fazla araştırma yapmaya gerek kalmadan, bu soruların cevaplarını "yazı"nın tarihî gelişimi ile ilgili bilgiler arasında bulmak mümkündür.

Olayların geçtiği çağda kullanılan yazı çivi yazısı veya hiyeroglif, yazı malzemesi de taş levha, kil tablet, papirüs veya hayvan derisidir. Çinliler tarafından M.S. 1. yüzyılda icat edilecek olan kâğıt henüz o dönemde mevcut değildir. Bu faktörler yüzünden Süleyman peygamberin Melike’ye yazdığı mektup Hüdhüd kuşunun taşıyamayacağı bir hacimde olmak durumundadır. O çağdaki hangi yazı malzemesi üzerine yazılırsa yazılsın, bu mektubu güvercin büyüklüğündeki bir kuşun Filistin’den Yemen illerine taşıyabilmesi mümkün değildir. Arkeolojik araştırmalar sonucu bu mektup bulunup gerçek anlaşılıncaya kadar bizim ağırlıklı kanaatimiz şu yöndedir: O günkü yazı malzemelerinden birine yazılmış olan bu mektup muhtemelen Yemen’e at, eşek, deve gibi o zamanın ulaşım araçlarından biriyle ve Hüdhüd’ün himayesinde gönderilmiş olmalıdır.



32Melike dedi ki: “Ey ileri gelenler! Bu işimde bana fetva verin. Siz bana tanık olmadan hiçbir işi kestirip atmam.”


Bu ayette "şûra" yönteminin güzel bir örneği anlatılmaktadır. Süleyman peygamberden Allah adına İslâm’a girme daveti içeren mektubu alan bayan yönetici, durumu derhal şûra üyelerine bildirmiştir. Ayetteki ifadesinden, kraliçenin şura üyelerine son derece itibar ettiği anlaşılmaktadır.

Ayette "ileri gelenler" olarak çevirdiğimiz "mele’" sözcüğü aslında "depo" demektir. İleri gelenler burada, yönetim bilgileriyle dolu olmaları sebebiyle mecazen "depo" sözcüğüyle adlandırılmışlardır. "Mele’" sözcüğü ile ilgili geniş açıklamamız Sad suresinin tahlilinde verilmiştir.

ŞÛRÂ

Kur’an’da Allah, mü’minlerle ilgili yönetimin (yasama-yürütme) "Şûrâ" ile olması gerektiğini bildirmektedir.

"Şûrâ" sözcüğünün kökü " ش و رşvr" sözcüğü olup ilk konuluş anlamı, "kovandan, taş ve ağaç oyuklarından balı çıkarıp ortaya koymak" demektir. (Lisan ve Tac)

" الشورى Şûrâ" formu ise, Müfâale (müşâvere) babından, "büşra, zikra, fütya" gibi mastar olup işteşlik yapısıyla, terimsel olarak, "Bilgili, birikimli, deneyimli ehil kimseler tarafından ortaklaşa çalışma ile bir meselenin, bir problemin en tatlı, en iyi ve en güzel çözümünün üretilip ortaya konulması" demektir.

Şûrâ, İslâm öncesi, tarihte de aklın, deneyimin ürünü olarak benimsenmiş ve uygulanan bir sistemdi. Mekke site devletinde de Şura ilkesi vardı. Onlar da problemlerini "Darunnedve" denilen Şûrâ kurulu ile çözerlerdi.

Kur’an’da (Neml/29–35, 38–40,) da Süleyman peygamberin, Sebe melikesinin ve Firavun’un da Şûrâ meclislerinin olduğu; ciddi problemlerde onların çözüm ürettiği" bildirilmektedir. Yine Kur’an’dan (A’raf, Hud, Yusuf, Müminun, Şuara, Kasas sureleri) Yusuf peygamber ve Musa peygamber dönemlerinde Mısır’da firavunların, Şuayb peygamber döneminde Medyen yöneticilerinin de "Şûrâ meslisi"nin olduğunu bilmekteyiz.

Kur’an’da Şûrâ ile ilgili müminlere yönelik üç ayet bulunmaktadır.

1 36-39İşte, verilen herhangi bir şey basit dünya hayatının kazanımıdır. Sadece dünya hayatının geçici bir menfaatidir. Allah katında bulunanlar [nimetler, ödüller] ise;

iman etmiş ve sadece Rablerine işin sonucunu havale eden kimseler için,

günahın büyüklerinden ve hayâsızlıktan kaçınan ve öfkelendikleri zaman bağışlayan kimseler için,

Rablerinin çağrısına cevap veren, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan], işleri de kendi aralarında Şûrâ; "işin en iyi yanını ortaklaşa bulup ortaya çıkarma" olan,kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden harcamada bulunan kimseler için

ve kendilerine bir haksızlık ve saldırı isabet ettiği zaman birbirleriyle yardımlaşan/intikam alan kimseler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır. (Şûrâ/36–39)

Rabbimiz ayetinde övdüğü müminleri "-İşleri de kendi aralarında Şûrâ olan kimseler" olarak nitelemiş ve "Şûrâ"nın önemine dikkat çekmiştir. Zira bir toplum kendi aralarında, karşı karşıya kaldıkları sorunlar ile ilgili istişare edecek olursa, mutlaka işlerinde en doğru, en sağlıklı, en tatlı karara ulaşırlar. Şûrâ problemleri çözme konusunda insanların birbirleriyle kaynaşmalarının, en ince noktalara kadar akıl yürütmelerinin ve doğruyu bulmalarının en ileri derecedeki sebebidir. Bundan dolayıdır ki, Rabbimiz toplumu ilgilendiren bütün işlerin toplumda danışma ile yürütülmesi gerektiği kuralını ayetle ortaya koymaktadır.

2 159İşte sen, sırf Allah'ın rahmeti sebebiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar için bağışlanma dile. İşlerde onlarla müşavere et; işin en güzelini ortaklaşa bulup ortaya çıkar, bir kere de azmettin mi, artık Allah'a işin sonucunu havale et. Şüphesiz Allah, işin sonucunu Kendisine havale edenleri sever. (Âl-i Imrân/159)

Âyetteki, Rasûlullah'a yönelik olan, "İşlerde onlarla müşavere et; işin en güzelini ortaklaşa bulup ortaya çıkar" ifadesi, tabiî ki hakkında ilâhî emir ve açıklama olmayan konulara aittir. İstişare mü’minlerin vazgeçilmez bir davranışıdır.

Bu âyetlerde, başta yöneticiler olmak üzere herkese, bilmedikleri hususlarda ve içinden çıkamadıkları konularda; ister dinî, ister siyasî, ister iktisadî, ister askerî olsun; uzmanlarla istişare edilmesi emri verilmektedir. Ayrıca bu ifadeyle, müşaverenin önemi ortaya konulmuş; müminlerin bu ilkeden vazgeçmemeleri istenmiştir.

3 "Şûrâ" sözcüğünün geçtiği bir diğer ayet de Bakara/233’tür. Bu ayette ayrılan ana babanın çocuklarını emzirme- emzirtme konusunda istişare etmeleri gerektiği bildirilir.

Müşavere özellikle savaşta çok eskiden beri uygulana gelen bir usuldür. Çünkü şûradan güç doğar.


33İleri gelenler dediler ki: “Biz, kuvvet sahibiyiz ve savaşmayı çok iyi bilen kimseleriz, buyruk ise senindir; artık ne emredeceğini düşün!”

 

İleri gelenlerin buradaki ifadeleri, onların beden güçlerine, alet edevatlarına, silâhlarına güvendiklerini göstermekte ve savaştaki yiğitliklerini, sebatlarını anlatmaktadır. Rivayetçiler bu konuyu da abartmışlardır:

İbn Abbas dedi ki: Onlardan herhangi birisi, gücünün bir göstergesi olarak atını koşturur, nihayet en hızlı koştuğu bir sırada bacaklarını kapatır ve gücü ile atını durdururdu. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]



34,35Melike: “Hiç şüphesiz ki krallar bir memlekete girdikleri zaman hemen orayı bozarlar ve halkının ulularını aşağılarlar. Onlar da böyle yapacaklardır. Ben onlara bir hediye göndereyim de bakalım elçiler ne ile dönecekler!” dedi.


İleri gelenlerin savaş yanlısı fikirlerine karşı Melike’nin meseleye sulh ile bir çıkış yolu bulmak istemesi, tüm insanlığa ve tüm zamanlara ibret olacak niteliktedir.

Bu ayetler açık ifadelerle başka ülkelere giren zalim işgalci ve sömürgecilerin o ülke halkına karşı uyguladıkları baskı ve şiddeti en mükemmel bir şekilde nakletmektedir. Bu anlayış tarih boyunca hiçbir zaman değişmemiştir. Beş bin sene evvelki emperyalist zihniyet ile bugünkü emperyalist zihniyet ve bunların kullandıkları yöntemler arasında fark gözükmemektedir. İşgaller hiçbir zaman müstemlekelerin yararına olmamış, işgal edilen ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının ele geçirilmesi işgalcilerin değişmez amaçları olmuştur. Sömürgecilerin bu amaçlarına ulaşması ise sömürgelerdeki halkların yok olması anlamına gelmektedir. Şöyle ki:

Sömürgeler önce yerli işbirlikçilerin de yardımıyla kendi imkânlarından pay alamaz duruma getirilir. Bu yolla kuvvetsiz bırakılan, zayıflayan sömürge her türlü direncini kaybeder. Kendisine refah, güç sağlayacak kaynaklardan yoksun bırakılan sömürge için artık yok olma süreci başlamış demektir. İkinci aşamada ülkenin saygınlığını sağlayan bağımsızlık ilkeleri yok edilir. Bunlar yapılırken bir taraftan da ülke halkına kölelik, dalkavukluk, ihanet, jurnalcilik gibi aşağılık davranışlarla köşe dönme felsefesi benimsetilir. Böylece halkın iyice yozlaşıp soysuzlaşması sağlanır. Artık her türlü insanî değerini yitiren bir halkta sömürücü emperyalistlerin kültürlerine karşı hayranlık uyandırmak çok kolaydır. Hayranlıkla başlayan bu süreç zamanla asimilasyonu getirir, asimilasyon tamamlandığında ise o toplum artık ecelini tamamlamıştır; tarihten silinir, yok olur gider.



36,37Elçi Süleymân'a gelince Süleymân, “Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? İşte, Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Tersine siz, hediyenizle böbürlenirsiniz. Onlara geri dön; iyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları, kesinlikle hor ve aşağılanmış olarak çıkarırız!” dedi.

Ayetlerden anlaşıldığına göre, Sebeliler Süleyman peygamberin karar değiştireceğini sanarak ona bir takım hediyeler göndermişlerdir. Ne var ki, Süleyman peygamber kendi adına değil de Allah adına hareket ettiği için, gönderilen bu hediyelerle ilgilenmemiştir. Onun amacı, Allah’ın astlarından güneşe tapan bu topluluğa doğru yolu göstermektir. Hiç bir Allah elçisinin tebliğine karşılık bir ücret alması mümkün olmadığı gibi, Süleyman peygamberin de Sebelilerden hediye kabul etmesi söz konusu değildir.

Kur’an’da Melike’nin gönderdiği hediyelerin neler olduğundan söz edilmemesine karşılık, rivayet mekanizması yine boş durmamış ve hediyelerin ne kadar altından, ne kadar gümüşten oluştuğu hakkında listeler üretilmiştir.

Bu olayda, "dinde zorlama yoktur" ilkesine göre dileyenin Allah’a, dileyenin de aya, güneşe tapabileceği; buna karşılık, Süleyman peygamberin ise gönderdiği mektupla dinde zorlama yaptığı düşünülebilir. Fakat bu düşünce doğru değildir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, 24,25. ayetteki "Şeytan da göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah’a secde etmesinler diye kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için de onlar hidayete eremiyorlar" ifadesidir. İfadeden kolayca anlaşıldığı gibi, orada bir şeytan vardır ve o şeytan halkın özgür iradesiyle davranmasını engelleyerek onları Allah’tan uzaklaştırmakta ve güneşe taptırmak için faaliyet göstermektedir. Allah’a savaş açmak anlamına gelen bu durum ise müdahale edilmesi ve ortadan kaldırılması gereken bir fitnedir.

Ayette şeytan olarak nitelenen kişinin kimliğine ait henüz bir bilgimiz yoktur.


38Süleymân dedi ki: “İleri gelenler! Onlar teslim olanlar olarak bana gelmeden önce, hanginiz onun tahtını bana getirir?”

39Cinlerden bir ifrit, “Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm. Ve hiç şüphesiz ben onun üzerine güçlü ve güvenilirim” dedi.


38, 39. Ayetler:

38Süleymân dedi ki: "İleri gelenler! Onlar teslim olanlar olarak bana gelmeden önce, hanginiz onun tahtını bana getirir?"

39Cinlerden bir ifrit, "Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm. Ve hiç şüphesiz ben onun üzerine güçlü ve güvenilirim" dedi.

Bu ayetlerde, gönderilen hediyeleri reddettikten sonra Süleyman peygamberin Melike’nin tahtını kimin getireceği hususunda kurmaylarıyla yaptığı görüşmeler nakledilmektedir.

39. ayette cinlerden bir ifritin "Sen makamından kalkmadan" şeklindeki ifadesi, klâsik kaynaklardaki ve bu kaynakları peşinen doğru kabul edenlerin eserlerindeki gibi "sen yerinden kalkmadan" anlamında olmayıp "sen iktidar koltuğundan kalkmadan", yani "sen iktidarda iken, sen iktidardan düşmeden, senin iktidarın döneminde" demektir.

" مقامMakam" sözcüğü, " قومkavm [oturur durumdan ayağa kalkma]" sözcüğünün ism-i mekân kalıbı olup sözcüğün esas şekli " مقومmakvem"dir. Dolayısıyla " مقامmakam" sözcüğünün anlamı "kalkılan, ayakta durulan yer" demektir. Bu sözcük tek başına kullanıldığında, verdiğimiz sözcük anlamına; izafetli kullanıldığında ise "mevki, konum" anlamına gelir. Sözcüğün Arapçadaki kullanımı aynen Türkçede de söz konusu olup "makam arabası", "makam odası", "başbakanlık makamı", "savcılık makamı", "şahitlik makamı", "adlî makamlar", "idarî makamlar"... gibi hep izafelidir.

" قومKavm" sözcüğünün karşıt anlamlısı " جلوسcülûs [ayakta duranın oturması]" sözcüğü olup "bir makama tayin olma, göreve başlama, makam koltuğuna oturma" anlamında kullanılır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu döneminde padişahların tahta çıkışlarına "cülûs-u hümayun" denmiş ve bu olaylar için "cülûs törenleri" düzenlenmiştir.

"Makam" sözcüğü Kur’an’da 14 yerde geçmektedir. Sözcük altı yerde yalın hâlde ve "yer" anlamında kullanılmıştır. Diğer sekiz yerde ise izafetli olarak "mevki, konum" anlamında kullanılmıştır. Konumuz olan 39. ayetten başka, sözcüğün "mevki, konum" anlamında kullanıldığı ayetler şunlardır: Bakara/125, Âl-i Imran/97, Rahman/46, Naziat/40, Maide/107, Yunus/71, İbrahim/14. Bunlardan iki tanesinin meali aşağıdadır:

96,97Şüphesiz, insanlar için bereketli ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Mekke'dekidir. Onda apaçık alâmetler/göstergeler; İbrâhîm'in görev yaptığı yer [eğitilip, yetiştirilip ortak koşmaya karşı ayaklandığı yer] vardır. Ve oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt'i/ilâhiyat eğitim merkezini kastetmesi, ilâhiyat eğitimi için oraya gitmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim de gerçeği örtbas ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir. [Âl-i Imran/97]

46Ve Rabbinin makamından korkan kimseler için iki cennet vardır. [Rahman/46]

Sonuç olarak, 39. ayette izafetli kullanılmış olan "makam" sözcüğü de, yukarıda meallerini sunduğumuz ayetlerdeki "makam" sözcükleri gibi "mevki, konum" anlamındadır.

" عفريتİfrit" sözcüğü, özet bir ifadeyle, "akranlarını ezip geçen, onları zelil kılan kötü adam" demektir. [Lisanü’l-Arab, c.6, s.326-331, "afr" mad.] İsrail ülkesindeki yabancılardan olan bu kişinin ayetteki "Ve hiç şüphesiz ben onun üzerine güçlü ve güvenilirim" ifadesi, "Onu taşıyabilirim, hiçbir şeyi kırmadan, dökmeden, olduğu gibi getirebilirim; alıp kaçmam, ihanet etmem" anlamına gelmektedir.



40Kitap'tan yanında bilgi olan kimse: “Ben onu sana bakışın kendine dönmeden önce getiririm” dedi.
Sonra Süleymân Melike'nin tahtını yanında durur bir hâlde görünce: “Bu, kendime verilen nimetlerin karşılığını ödeyecek miyim, yoksa iyilikbilmezlik mi edeceğim diye beni belâlandırmak için Rabbimin fazlındandır. Ve kim kendisine verilen nimetlerin karşılığını öderse hiç şüphesiz kendisi için karşılığını öder. Kim de iyilikbilmezlik ederse, hiç şüphesiz ki Rabbim çok zengin ve kerîm'dir.” dedi.

 

"Kitaptan bilgisi olan kişi"nin ayette nakledilen " قبل ان يرتدّ اليك طرفك Kable enyertedde ileyke tarfuke" şeklindeki ifadesi, klâsik meal ve tefsirlerde görüldüğü gibi "gözünü açıp kapamadan" demek olmayıp "senin bakışın kendine dönmeden önce" demektir. Yani; "Sen bu işi kafandan silmeden önce; sen şimdi aklına Sebe’ melikesi ve ülkesini taktın, başka bir şey düşünmüyorsun ve gözün hiçbir şey görmüyor; başka bir konuyla ilgilenmiyorsun, kendine dönüp bakmıyorsun ya, işte ben bunu sen kendine bakmadan yani bunu kafandan silmeden, gündemden düşürmeden sana getiririm" demektir.

"İfrit" ve "bilgin kişi"nin özel kimlikleriyle ilgili olarak da mesnetsiz birçok rivayet üretilmiştir. Bunların şu ya da bu kişi olmalarının bir önemi yoktur. Asıl önemli olan ve dikkate alınması gereken, ayetlerin temel mesajlarıdır. Ayrıca bu ayetlerin keramet ve mucize gibi şeylerle hiçbir ilgisi yoktur. Dolayısıyla bu ayetlerin kerametin varlığına delil gösterilmesi ve velâyetin nübüvvetten üstün olduğu iddiası yanlış ve abestir.

Kur’an’da olayların gelişimlerindeki zaman aralıkları belirtilmemiş ve tahtın ne zaman, nasıl ve kim tarafından getirildiği hususlarında bilgi verilmemiştir. Ancak tahtın Süleyman peygambere getirilişinin "bilgin kul"un konu edildiği ayette yer almasına bakılarak onun "bilgin kul" vasıtasıyla getirilmiş olduğu söylenebilirse de, "bilgin kul"un konuşması ile tahtın getirilişi arasında geçen zaman konusunda bir şey söylemek mümkün değildir. Muhtemeldir ki, tahtın getirilişi bir anda olmamış, uzun bir süreçte gerçekleşmiştir.

Ayette "Kitap’tan yanında bilgi olan kimse" olarak nitelenen "bilgin kul" hakkında, onun:

-Meleklerden biri,

-Cebrail,

-Hızır,

-Süleyman peygamberin teyzesini oğlu ve veziri Asaf b. Berhiya,

-İsm-i Azamı bilen bir insan,

-Denizdeki bir adada yaşayan ve o gün Süleyman peygambere bakmak için gelmiş salih bir kimse,

-Yemliha adında, İsrailoğullarından ve Yüce Allah’ın ism-i azamını bilen birisi,

-İsrailoğulları arasında çok ibadet eden Ustum adında bir zat ve

-Süleyman peygamberin bizzat kendisi olduğu yolunda iddialar ileri sürülmüştür. [Razi; el-Mefatihu’l-Gayb]

Süleyman peygamber ile Melike’nin mülâkatından anladığımıza göre, bizim görüşümüz bu kişinin kendisine vahyedilen bir elçi olduğu yönündedir. "Lut peygamberin kavmine giderken İbrahim peygambere uğrayan elçiler" örneğinden de hatırlanacağı gibi, o dönemlerde yeryüzünde birçok elçi bulunmaktadır. "Kitap’tan yanında bilgi olan" bu kişi de bir elçidir ve o sırada Süleyman peygamberin yanındadır. Ayette nakledilen sözlerinden sonra Sebe’ ülkesine gidip onların İslâm’la şereflenmesini sağlamış ve Sebe’ ülkesini Süleyman peygamberin ülkesine katarak Melike’yi ve tahtı Süleyman peygambere getirmiştir.

TAHT İLE İLGİLİ ABARTILAR

Rivayet edildiğine göre taht, kırmızı yakut ve mücevherat ile süslenmiş, gümüş ve altından yapılmıştı. Taht o sırada üzerinde yedi kilit bulunan, iç içe yedi odanın içinde bulunuyordu.

"TAHTIN GETİRİLMESİ" NE DEMEKTİR?

" العرشArş [taht]", bir memleketin kudretini simgeleyen bir şeydir. Dolayısıyla tahtın getirilmesi, o ülkenin fethedilip topraklarının fethedenin ülkesine katılmış olmasını ifade etmektedir.

Bu konunun Kitab-ı Mukaddes’teki anlatımı farklıdır. Kur’an’da yer alan hususlar orada mevcut değildir:

1- Saba Kraliçesi, RABB'in adından ötürü Süleyman'ın artan ününü duyunca, onu çetin sorularla sınamaya geldi.

2- Çeşitli baharat, çok miktarda altın ve değerli taşlarla yüklü büyük bir kervan eşliğinde Yeruşalim'e gelen kraliçe, aklından geçen her şeyi Süleyman'la konuştu.

3- Süleyman onun bütün sorularına karşılık verdi. Kralın ona yanıt bulmakta güçlük çektiği hiçbir konu olmadı.

4, 5- Süleyman'ın bilgeliğini, yaptırdığı sarayı, sofrasının zenginliğini, görevlilerinin oturup kalkışını, özel giyimli hizmetkârlarını, sakilerini ve RABB'in Tapınağı'nda sunulan yakmalık sunuları gören Saba Kraliçesi hayranlık içinde kaldı.

6- Krala, "Ülkemdeyken yaptıklarınla ve bilgeliğinle ilgili duyduklarım doğruymuş" dedi,

7- "Ama gelip kendi gözlerimle görünceye dek inanmamıştım. Bunların yarısı bile bana anlatılmadı. Bilgeliğin de, zenginliğin de duyduklarımdan kat kat fazla.

8- Ne mutlu adamlarına! Ne mutlu sana hizmet eden görevlilere! Çünkü sürekli bilgeliğine tanık oluyorlar.

9- Senden hoşnut kalan, seni İsrail tahtına oturtan Tanrın RABB'e övgüler olsun! RAB İsrail'e sonsuz sevgi duyduğundan, adaleti ve doğruluğu sağlaman için seni kral yaptı."

10- Saba Kraliçesi krala yüz yirmi talant altın, çok büyük miktarda baharat ve değerli taşlar armağan etti. Saba Kraliçesi Kral Süleyman'a o kadar baharat armağan etti ki, bir daha hiçbir zaman bu kadar çok baharat görülmedi.

11- Bu arada Hiram'ın gemileri Ofir'den altın ve büyük miktarda almug kerestesiyle değerli taşlar getirdiler.

12- Kral, RABB'in Tapınağı'yla sarayın tırabzanlarını, çalgıcıların lirleriyle çenklerini bu almug kerestesinden yaptırdı. Bugüne dek o kadar almug ağacı ne gelmiş, ne de görülmüştür.

13- Kral Süleyman Saba Kraliçesi'nin her isteğini, her dileğini yerine getirdi. Ayrıca ona gönülden kopan birçok armağan verdi. Bundan sonra kraliçe adamlarıyla birlikte oradan ayrılıp kendi ülkesine döndü. [Krallar; Bab; 10:]




41Süleymân dedi ki: “Onun için tahtını belirsizleştirin [ona sıradan bir kişi muamelesi yapın], bakalım o, kılavuzlanan yolu bulanlardan mı yoksa kılavuzlanan doğru yolu bulmayanlardan mı olacak [Müslümanlığında samimi mi değil mi görelim]!”

42Melike geldiği zaman, “Senin tahtın böyle mi?” dendi. Melike: “Sanki bu, odur. Ve bize ondan önce bilgi verilmiş ve biz Müslümanlar olmuş idik.” dedi.

43Ve onu, Allah'ın astlarından taptığı şeyler alıkoymuştu. Şüphesiz ki o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumundandı.

44Melike’ye, “Gizli kapaklı hiçbir şeyin bulunmadığı, her şeyin açık açık gösterildiği köşke/ halis dine gir!” denildi. Sonra Melike, halis dini görünce tekrar tekrar, inceden inceye hesap yaptı, inceledi ve geçmiş yaşamındaki tüm sırlarını açıkladı. Süleymân; “Bu, Allah’ın vahylerinden özenle elde edilmiş halis dindir” dedi. Melike, “Rabbim! Ben gerçekten kendime haksızlık etmiştim. Süleymân ile beraber, âlemlerin Rabbi Allah için Müslüman oldum” dedi.


41–44. Ayetler:

TAHTIN GÖRÜNÜŞÜNÜN DEĞİŞTİRİLMESİNDEKİ AMAÇ

Süleyman peygamber, yanına getirilen Melike’nin tahtının tanınmayacak kadar değiştirilmesini istemesindeki sebebi 41. ayette "bakalım o, doğru yolu bulanlardan mı yoksa doğru yolu bulmayanlardan mı olacak?" diyerek açıklamıştır. Fakat genellikle Süleyman peygamberin bu ifadesiyle "Melike’nin kendi tahtını tanıyıp tanıyamayacağını" kastettiği ileri sürülmüştür. Bizim kanaatimize göre ise Süleyman peygamber burada Melike’nin "mülk ile imandan hangisini tercih edeceğini" kastetmiştir. Çünkü ayetin orijinalindeki gibi "hidayet" köklü sözcükler Kur’an’da hep "ciddî ve doğru yolu, sırat-ı müstakimi [Allah’ın yolunu] bulup bulmama" anlamlarında kullanılmıştır. Nitekim Melike de tahtı görünce pek umursamamış, "Sanki bu, odur. Ve bize ondan önce bilgi verilmiş ve biz teslim olanlar /Müslümanlar olmuş idik" diyerek Müslüman olduğunu haykırmıştır.

Süleyman peygamberin Melike’nin girmesini istediği köşkün ne zaman ve hangi amaçla yapıldığı bildirilmemiştir. Söylentilerde, bu köşkün özel olarak Melike’yi etkilemek için yapıldığı ileri sürülmüş olsa da bize göre bu doğru değildir. Çünkü Allah’ın elçileri böyle savurganlık yapmazlar, yapamazlar.

Melike’nin, köşke girerken zeminin şeffaf olması sebebiyle orayı su zannedip eteğini yukarı çekmesinin gayet normal olmasına karşılık rivayetçiler bu konuya da el atmış ve uzun senaryolar üretmişlerdir:

Cinler, Süleyman’ın melike ile evlenmesini istememişler. Bunun üzerine de, cinler, Süleyman’a Sebe' Kabilesi’nin sırlarını iletmişlerdir. Çünkü melike, cin taifesine mensup bir kız idi. Denildiğine göre, cinler, Süleyman’ın melikeden bir çocuk sahibi olmasından, böylece de o çocukta cin ve insan zekâsının bir araya gelmesi sebebiyle kendilerinin Süleyman’ın idaresinden daha sıkı bir idareye çatmalarından endişe ettiler. "Melikenin aklında bir noksanlığı var", "onun bacakları kıllı olup, ayakları da tıpkı eşek ayağı gibidir ..." şeklinde sözler yaydılar. İşte bu sebepten dolayı, Süleyman, o tahtın şeklini ve şemailini değiştirmek suretiyle onun aklını sınadı. O köşkü de bacaklarının durumunu öğrenmek için yaptırmıştır. Saf camın durumunun tıpkı bir su gibi olduğu malumdur. Binaenaleyh melike bunu görünce onu durgun bir su sandı da ona girmek için baldırlarını açtı. Bir de ne görsünler, o, baldır ve ayak cihetinden insanların en güzeli! Bu, Süleyman'ın o kadınla evlendiğini söyleyenlere göre, yapılan bir tuzaktır. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

Bu kıssada bahsi geçen Melike’nin adı Kur’an’da bildirilmemiştir. Ne var ki, Melike’nin adı "Belkıs" olarak meşhurlaşmış ve ondan bahsedilirken genellikle "Belkıs" adı kullanılır olmuştur.

Yine Kur’an’da yer almamasına rağmen hikâyeciler Süleyman peygamberin Melike ile evlendiğini kesin bir şekilde iddia etmişler, fakat bu evliliğin Melike’nin bacaklarını sıvamasından önce mi yoksa sonra mı olduğu hususunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. İbn-i Abbas’tan gelen rivayette ise daha farklı bir hikâye vardır:

Belkıs Müslüman olunca Süleyman ona, "Kavminden seni evlendireceğim birisini seç" demiş. Bunun üzerine kadın, "Böylesi bir saltanatı olan benim gibi bir kadınla sıradan adamlar evlenemez" demiş. Bunun üzerine Süleyman, "Nikah İslam’dandır" deyince, kadın da "Eğer durum böyleyse, beni Hemdan hükümdarı Tübbâ ile evlendir" demiş. Bunun üzerine Süleyman onu evlendirir. Sonra Yemen’e gönderir. O da, orada Kraliçeliğini sürdürür. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

Bu konu Kitabı Mukaddes’te I. Krallar, 10. Bab, 1–13. cümlelerde ve II. Tarihler, 9. Bab, 1–12. cümlelerde yukarıda 40. ayetin tahlilinde verdiğimiz metinle, Matta ve Luka İncillerinde ise aşağıdaki metinlerle geçmektedir:

42Güney Kraliçesi, yargı günü bu kuşakla birlikte kalkıp bu kuşağı yargılayacak. Çünkü kraliçe, Süleyman'ın bilgece sözlerini dinlemek için dünyanın ta öbür ucundan gelmişti. Bakın, Süleyman'dan daha üstün olan buradadır. [Matta; 12/42]

31Güney Kraliçesi, yargı günü bu kuşağın adamlarıyla birlikte kalkıp onları yargılayacak. Çünkü kraliçe, Süleyman'ın bilgece sözlerini dinlemek için dünyanın ta öbür ucundan gelmişti. Bakın, Süleyman'dan daha üstün olan buradadır [Luka, 11/31:]

Sonuç olarak, bütün bu teferruatın hiçbir önemi yoktur. Önemli olan ve bizi ilgilendiren, Kur’an’da verilen bilgilerin doğru dürüst öğrenilip ona göre davranılması ve mecazların hakikatleştirilip sembollerin kişileştirilmesi sonucunda ortaya çıkan hurafelerin bertaraf edilmesidir.

44. ayet genellikle, mitolojik verilerin etkisiyle, "Melikeye saraya gir denmiş, o da saraya girince bastığı zemini derin bir su sanıp paçalarını sıvamış, Süleyman da ona bu, billurdan yapılmış bir saraydır" diye durumu izah etmiş diye meallendirilmiştir.

Bu yanılgının önlenmesi ve doğru meali tespit edebilmek için ayette yer alan sözcüklerin tahlilini yapmak, sözcüklerin öz anlamlarını ele almak zorundayız.

الصَّرْحَۚ Sarh

Türkçemize, صراحةsarahaten, صريحsarih gibi bazı türevleri girmiş olan bu sözcüğün öz anlamı, "her şeyi, halis su katılmamış süt gibi olanı" demektir. Bu sözcüğün türevlerinden " صرَحsarah", her şeyin bembeyaz, katışıksız beyaz olanı demektir. صرحSarh, müstekıl, münferit, yüksek, yoğunluklu olarak yapılmış ev" demektir. Ki saray ve her yüksek yüce ev için kullanılır. (Tac, Lisan)

Bu sözcük, Kur’an’da Neml/44, Kasas/38 ve Mü’min/36’da yer alır.

لُجَّةً Lücceten

" لجةLücceten" sözcüğü " لجاجLİCAC" kökünden gelme olup öz anlamı, "bir işi, ısrarla, yılmadan, bıkmadan yapmaya çalışmak, vazgeçmemek" demektir. Bir işte ısrar edip, ondan başkasının hayırlı olmadığını kabullenmektir.

لجة لأمرLüccetül emr, "işin en muazzamı" demektir.

لجة البحرLüccetül bahr, "denizin en derini, en genişi demektir.

لجة الماءLüccetül mai, "derin su" demektir.

لجة الجماعةLüccetül cemaaat, toplumun pek çokluğu demektir. (Tac, Lisan)

Sözcüğün türevleri, Kur’an’da Mü’min/75, Mülk/21, Neml/44, Nur/40’ta yer alır.

Bu durumda," لجةLücceten" ifadesi, su ile tamlama yapılmadan direkt "derin su" anlamı vermek yanlıştır.

الكشف عن الساقEl keşfü ani s sâg

كشفKeşf, herkesin bildiği gibi "açmak, kapalı olan bir şeyi ortaya çıkarmak" demektir.

ساقSâg, ise "Baldır" demektir. Kur’an’da Kalem/42, Neml/44 ve Kıyamet/29’da yer lalır.

"Baldırdan keşif" bir deyim olup, Kalem/42’de de yer almıştır. Anlamı "her şeyin; iyi yada kötü açıkça meydana çıkarılması" demektir.

ممردMümerred

Bir şeyi sıkıca tutmak, tesviye etmek, düzlemek, cilalamak" demektir. (Tac- Lisan) Bu sözcüğün farklı formları Kur’an’da Nahl/44, Tevbe/101, Saffat/17, Hacc/3 ve Nisa/117’de yer alır.

قواريرGavarir

Bu sözcük, "cam kap" anlamındaki " قارورةGarure" sözcüğünün çoğuludur. Cama benzemesinden dolayı da göz bebeği için de aynı sözcük kullanılır. (Tac, Lisan) Bu sözcük, Kur’an’da Neml/44 ve İnsan/15, 16’da yer alır.

O zaman burada konu edilen قوارير gavarir (camlar), Allah’ın nurudur; Vahylerdir. İslam dini işte bu nurdan meydana gelmiştir.

Konumuz olan ayette sözcük çoğul olarak geliştir. Halis dinin elde edildiği, öğrenilip yaşandığı camlar/göz bebekleri nelerdir? Bu soruya Nur/33 cevap olur kanaatindeyiz:

35Allah, gökleri ve yeryüzünü; evreni aydınlatan tek zattır, başkasının aydınlatması mümkün değildir. O'nun nûrunun; Kur’an’ın örneği, içinde kandil bulunan bir kandil yuvası gibidir; o kandil, bir cam içindedir; o cam, sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya, batıya nisbet edilemeyen; dünyanın her yerinde var olan bereketli bir zeytin ağacındandır. –O ağacın yağı, neredeyse kendisine ateş dokunmasa bile ışık verir.– Nûr üstüne nûrdur. Allah, dileyen kimseyi nûruna kılavuzluk eder. Allah, insanlar için örnekler verir ve Allah, her şeyi en iyi bilendir.

Açıkça anlaşılıyor ki, bu ayetteki الصَّرْحَۚ sarh sözcüğü, Halis Din’den kinaye olarak kullanılmıştır.

Bu ayetlerde konu edilen nitelikler, fiziksel bir saray niteliği değildir. Zaten bir peygamberin, Muâviyevâri böyle lüks, şatafatlı, haram edilmiş israf ölçülerinde bir saray yapması da düşünülemez. Davut peygamber ve oğlu Süleyman peygamberden böyle bir kalıntı da tespit edilmemiştir. Onların yaptığı, Beytü-l Makdis’in kalıntıları bugün ortadadır.

Bu pasaj, zaten Süleyman peygamberin saltanatını; devlet gücünü, zenginliğini değil şirk ile mücadelesini, tevhid için verdiği gayreti konu etmektedir.

Bu doğrultuda ayetin en uygun meali şöyledir:

44Melike’ye, "Gizli kapaklı hiçbir şeyin bulunmadığı, her şeyin açık açık gösterildiği köşke/halis dine gir!" denildi. Sonra Melike, halis dini görünce tekrar tekrar, inceden inceye hesap yaptı, inceledi ve geçmiş yaşamındaki tüm sırlarını açıkladı. Süleymân; "Bu, Allah’ın vahylerinden özenle elde edilmiş halis dindir" dedi. Melike, "Rabbim! Ben gerçekten kendime haksızlık etmiştim. Süleymân ile beraber, âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum" dedi.

Ayette, "Melike’ye, "Gizli kapaklı hiçbir şeyin bulunmadığı, her şeyin açık açık gösterildiği köşke/halis dine gir!" denildi" buyurulmaktadır. Burada "Melike’ye böyle diyen kimdir? Sorusu akla gelmektedir.

Bizim kanaatimize göre bu, Melike hakkında Rabbimizin iradesi ve kararıdır. Yani onun imanında ve Müslümanlığında samimi olduğunun beyan ve kabulüdür. ("Gavl" sözcüğü, hukukta görüş ve karar ifade eder.) Bunun bir örneğini de Yâ Sîn/26, 27. âyetlerde görmekteyiz:

26,27Denildi ki: "Haydi gir cennete!" O da dedi ki: "Ne olurdu! Toplumum, Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırılanlardan yaptığını bir bilselerdi."*


167 Âyetten anlaşıldığına göre Süleymân'ın (a.s) ordusu “ins, cin ve kuşlar”dan oluşmuştur: A) İns grubu, Süleymân'ın milletinden olan ve ordunun savaşçı grubunu meydana getiren askerlerdir. B) “Angaryacılar” da denilen Cin grubu, yabancılardan oluşmuş olup, ordunun levazım ve donatım işlerini gören, lojistik destek sağlayan askerlerdir. Bu grubu mensup kişiler, Sebe/13'te anlatıldığı üzere, kaleler ve yüksek sağlam binalar yapmakta, ağacı, demiri, bakırı işlemektedirler. Bunlar, Dâvûd (a.s) döneminden beri ülkede bulunan, komşu ülkelerden getirilmiş zanaatkârlardır. Süleymân'ın fethettiği yerlere sağlam bir alt yapı, sanat ve kültür götürmesinde büyük payları olan bu kişiler, iş bilir ve sanatçı özellikte olmalarına karşılık, Süleymân hakkında kötü plânlar yaptıkları için Kur’ân'da bazı âyetlerde “şeytanlar” olarak nitelenmişlerdir. Bu konuyla ilgili ayrıntılar için bkz. Tebyînu'l-Kur’ân. C) Kuşlar grubu ise, iletişim ve yol güzergâhında askerin su ihtiyacını temin için kullanılan kuşlardan ve onların bakıcılarından müteşekkildir. Süleymân'ın kuşlardan oluşan ordusu işte budur. Yoksa Süleymân dağdaki kuşları toplayıp onları asker olarak kullanmamıştır.

Kur’ân'da Süleymân'ın (a.s) da bir peygamber olduğu ve vahiy aldığı bildirilmiş, fakat o'na vahyedilenlerin neler olduğuna dair bir bilgi verilmemiştir. Kitab-ı Mukaddes'teki, “Süleymân'ın Meselleri” adlı bölümün Süleymân'a vahyedildiğini kabul etmek bir Müslüman için söz konusu değildir.

Süleymân ile ilgili bilgiler, bu sûreden başka Resmi Mushaf'taki Sâd, Enbiyâ, Sebe ve Bakara sûrelerinde de yer almaktadır.

Âyetteki “Karınca Vâdisi”, karıncaların bol olduğu bir vâdi olmayıp özel bir isimdir. İmâm Zebidî'ye göre, “Karınca Vâdisi”, Jirben ile Askalân arasında bir bölgenin adıdır. Söz konusu vâdide yaşayan halkın yaşam biçimlerindeki benzerlikten dolayı karıncaya benzetildiği, bundan dolayı da bu isimle adlandırıldığı anlaşılmaktadır. Bugün dünyanın değişik bölgelerinde hem Neml/Karınca Vâdisi halkı gibi yaşamlarındaki bir özelliği isim olarak taşıyan birçok kavim yaşamakta, hem de kuş, haşere, ağaç, kaya isimleriyle adlandırılmış değişik kavimler, kabile ve oymaklar bulunmaktadır.

Burada “hüdhüd” ile malum kuş değil, o kuşun bakıcısı kastedilmiştir. Nitekim doğan, şahin, kartal gibi kuş cinslerinin isimleri de bugünkü toplumlarda insan ismi olarak kullanılmakta, bazı kuş cinslerinin isimleri ise sembolleşmektedir. Meselâ “sarı kanaryalar” denilince ülkemizde “sarı renkli kanarya kuşları” değil, bir futbol takımı anlaşılmaktadır. Her toplumda rastlanan bu tür isimlendirmeler; mecâzî, müteşâbih anlatımlardır. Dolayısıyla, burada zikredilen hüdhüd'ün, ordunun su ihtiyacını gidermekle, ordunun güzergâhındaki su kaynaklarını araştırmakla görevli kişinin müstear adı olması ve bu ismi de, “hüdhüd”den [çavuşkuşu] yararlanması sebebiyle almış olması mümkündür. Nitekim bir kimseye yaptığı işe uygun ad koyma, lâkap takma geleneği günümüz toplumlarında da hâlâ sürmektedir. Örnek olarak, ordularda ordunun su ihtiyacını gidermekle görevli memurlara “saka” (aslı sakkâ olup “su getirip götüren, su işleriyle uğraşan kimse” demektir) adı verilir. Bu isim, aslında bir kuş cinsinin ismidir ve o kuşa bu ismin verilme sebebi de gagası ile çevreye su sıçratmasıdır.

Diğer taraftan, 22-26. âyetlerdeki konuşmalarından hüdhüd'ün; iradeli, akıllı, hatta din bilgisi kuvvetli biri olduğu anlaşılmaktadır. Bir de, Süleymân'ın Hüdhüd'ü cezalandırmak istemesi dikkate alınınca, hüdhüd'ün bir kuş olmayıp bir insan olduğu kanaati kesinleşmektedir.

168 Sebe, Güney Arabistan'da halkı ticaretle tanınmış bir ülke idi. Başşehri de, şimdiki Kuzey Yemen'in merkezi San’a'nın kuzey-doğusunda, takriben 55 mil mesafede olan Ma’rib kenti idi. Main krallığının yıkılışından sonra, M.Ö. yaklaşık 1100 yıllarında güç kazandı ve 1000 yıl Arabistan'da hüküm sürdü. Daha sonra, M.Ö. 115 yılında onların yerini Himyerîler aldı. Bunlar da Arabistan'da Yemen ve Hadramut'u, Afrika'da Habeşiştan'ı idare etmiş olan Güney Arabistan'ın meşhur başka bir milleti idi. Sebeliler bir taraftan Afrika kıyıları, Hindistan, Uzak Doğu ve Arabistan'ın iç kısımlarının dâhil olduğu yerlerde cereyan eden tüm ticarî faaliyetleri, diğer taraftan da Mısır, Sûriye, Yunanistan ve Roma'ya yönelik ticareti ellerinde tutuyorlardı. Eski çağlarda servet ve refahları ile meşhur olmaları bundandı. Hatta öyle ki, Yunan tarihçilerine göre, o devirde dünyanın en zengin kimseleri bunlardı. Ticaret ve alış-verişin yanında, ulaştıkları bu refahın başka bir nedeni de ülkelerinin birçok yerinde barajlar inşa etmiş ve sulama maksadıyla yağmur sularını toplamış olmalarıydı. Bu tesislerle ülkeyi gerçek bir bahçeye çevirmişlerdi. Yunan tarihçileri, Sebeliler ülkesinin olağanüstü yeşilliklerine dair ayrıntılı bilgileri bize kadar ulaştırmışlardır. (Ansiklopediler)

169 Burada cinlerden bir ifritin, Sen makamından kalkmadan şeklindeki ifadesi, “sen iktidar koltuğundan kalkmadan”, yani “sen iktidarda iken, sen iktidardan düşmeden, senin iktidarın döneminde” demektir. İfrit sözcüğü, “akranlarını ezip geçen, onları zelil kılan kötü adam” demektir (Lisânu'l-Arab, c. 6, s. 326-331, “afr” mad.). İsrâîl ülkesindeki yabancılardan olan bu kişinin (Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 338-345) âyetteki, Ve hiç şüphesiz ben onun üzerine güçlü ve güvenilirim ifadesi, “onu taşıyabilirim, hiçbir şeyi kırıp dökmeden olduğu gibi getirebilirim; alıp kaçmam, ihanet etmem” anlamındadır.

170 “Kitaptan bilgisi olan kişi”nin âyette nakledilen, kable enyertedde ileyke tarfuke şeklindeki ifadesi, Meal ve Tefsirlerde olduğu gibi “gözünü açıp kapamadan” demek olmayıp “senin bakışın kendine dönmeden önce” demektir. Yani, “Sen bu işi kafandan silmeden önce; sen şimdi aklına Sebe melikesi ve ülkesini taktın, başka bir şey düşünmüyorsun ve gözün hiçbir şey görmüyor; başka bir konuyla ilgilenmiyorsun, kendine dönüp bakmıyorsun ya, işte ben bunu sen kendine bakmadan, yani bunu kafandan silmeden, gündemden düşürmeden sana getiririm” demektir.





*İşte Kuran, Neml Suresi









 

Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Takvim